31 Ocak 2017

Heidegger’in Kulübesi 2: Felsefenin Coğrafyası

Adam Sharr'ın “Heidegger'in Kulübesi” kitabından “Özetliyorum.” Her özetleme bir yorum ve “Özet-li-Yorum” anlamı da taşımaktadır.

Filozof için kulübe, kendi sakinlerinin mekâna dair anlayışlarının da izini taşımaktadır: Yapının hava ve mevsimlerle kendine has ilişkisi güneşe, kar yağışına ve rüzgâra bağlı olarak şekillenir. Hava ve mevsim değişmeleri mekândaki sakinlerin fiziksel durumunu ve daha geniş anlamdaki durumlarını (doğum ve ölüm arasındaki rutinleri, ayinleri) belirler. Filozofun kulübe ve varsayımsal Schwarzwaldhof'u [Kara Orman avlusu] bağlayan ortak yollarla oluşturduğu “düzen” ve idealleştirme, 1) konumlanma, 2) çevreye –uyum- sağlama, 3) inşa etme, 4) iklimle ilişki içinde olma açısından yorumlanabilir. Schwarzwaldhof yazıları, yazarın kendi kulübe yaşamının sınırlarını belirler. Buradaki kır manzarası, Heidegger'in kendisiyle ve kendisi aracılığıyla felsefe yapmasına izin veren kendi mevcudiyetine duyduğu huşunun ana hatlarını çizer. Bu durum, Heidegger'in bireylerin zihinlerinin mevcudiyetini temsil eden ve varoluşlarının fiziksel izlerini kaydeden, birbirine geçmiş “inşa etme” ve “oturma” tanımında yankılanır. Heidegger bunu şöyle açıklar: “Eski buan sözcüğü bize sadece bauen-inşa etmek sözcüğünün gerçekte iskân etmek olduğunu söylemez; aynı zamanda o bize söylediği barınmayı [iskân etmeyi] nasıl düşünmemiz gerektiğiyle ilgili bir ipucu da sunar. İskân etmeden söz ettiğimizde (…) sadece sakin olmayız –bu nerdeyse eylemsizlik olurdu- bir meslek icra ederiz, iş yaparız (…) O halde ne anlama gelir ich bin (ben varım) demek? Bin'in ait olduğu eski bauen sözcüğü cevap verir: varım, varsın demek, sakin oluyorum [barınıyorum], sakin oluyorsun demektir” (Heidegger, 2008: 77). Heidegger, “eski bauen sözcüğü insan sakin olduğu [barındığı] kadarıyla vardır”, der. Ancak ekler: “Bu bauen sözcüğü aynı zamanda gözetmek [ve aziz tutmak], [korumak] üzerine titremek, bilhassa toprağı sürmek ve bağa bakmak [işlemek] da demektir. Böyle bir inşa etme sadece ihtimam gösterir, meyveleri kendi halinde olgunlaştıran gelişmeye nezaret eder. Bakıp yetiştirmek (hegen und pflegen, aynı zamanda koruyup gözetmek) anlamında inşa etmek bir şey yapmaz (imal etmez)” (Martin Heidegger, Düşüncenin Çağrısı, Say Yayınları, 2008: 78).

Katolik bir ikon yerine kulübedeki Hebel'in portresinin altındaki o ihtişamlı masa geçmiştir. Benzer biçimde ağaç kesmek, kaynaktan su taşımak, yürüme ve yazma “rutinleri” Heidegger'in Todtnauberg'deki kendi “inşa etme” ve “oturmasını” ölçmüştür. Schwarzwaldhof'un kuramsal köylülerin varsayımsal dünyasının merkezini oluşturması gibi, kulübe de barınak ve korunma sağlayarak Heidegger'in “çalışma dünyası”nın merkezini oluşturur; kulübedeki araç gereçler ise onun yaşamını ve “işini” tarif eder. Ancak filozofa göre kulübe ile Kara Orman avlusu (Schwarzwaldhof) düzeni arasında ortak bir nokta yoktur. Schwarzwaldhof, “İnşa Etme Oturma Düşünme” metninde kayıp bir çağa aittir.

Çünkü çiftlik evlerinin sakinleri, kendi dünyalarından başka hiçbir dünyayı bilmez hallerini zamanla kaybetmiştir. Onların dünyası küçük bir yöresellik ve bu yöreye ait insanlar tarafından sınırları belirlenmiş, yerel ve tarıma dair işlerle, sağlam sosyal yapılarla, mevsimlerle, inanç ve aile bağlarıyla ölçülmekteydi. Heidegger Todtnauberg'e taşındığında vadinin canlı hafızasında bu hayat sürmekteydi. Ancak 1951'de bu türden bir hayat yok olmuştur. Bu tarihlerde Schwarzwaldhoflar çoktan elektrik ile aydınlanmakta ve içten yanmalı motorlar günlük yaşamda kullanılmaktaydı. Burası, medya ve büyümekte olan turist endüstrisiyle, diğer kültürlere, büyüyen sekülerizme, uluslar arası politikaya ve küresel olaylara açılmıştır. Heidegger'in kulubesi de özellikle sakinlerinin (ailenin) istekleri sebebiyle, Kara Orman halkının sosyal dünyasından ayrı kalamamıştır.

Buna rağmen filozof, Todtnauberg'de gördüğü geçici sertliği ve kaybolmuş düşünselliği hayal edip burada gördüğü değerleri efsaneleştirmiştir. Heidegger'in kendisi de akademi karşıtı eğilimine rağmen kulübedeki hayale daldığı anları profesörlük maaşı ile desteklemeye zorlanmış, titiz şekilde kendisini kır manzarasının ritmine ve gösterdiklerine adamaya çalışmış olsa da insanî meselelerle paralel ilerleyen yaşamı onu her zaman yakalamıştır. Yine de Heidegger'in dağlara ait olduğunu iddia ettiği “gizli yasaya” teslim olmaya dönük girişimleri “The Thinker as Poet” [Şair Olarak Düşünür] yazısında genişletilmiştir: “Pınarlar fışkırıp durur / Rüzgârlar dura durur / Rahmet düşünmeye dalar.”

Hermann Heidegger; babasının kulübenin su kaynağında anlamlılık bulduğunu vurgular. Bu pınardan çıkan su, kulübedeki yaşamın sürekliliğini sağlamıştır. İçmek, yemek pişirmek ve yıkamak için kullanılan su, buradan gelmektedir. Ancak suyun asıl kaynağının nerede olduğu hâlâ bilinmemektedir. Todtnauberg'deki yaşamı olanaklı kılan su, gizemli bir kaynağa sahiptir. Felsefeye yönlendiren öğeler, güneşin doğuşunda, batışında, fırtınada, karda, kulübenin rüzgâr fırıldağının çıkardığı seste, bulutların arasından gelen güneş ışığında, bölgedeki hayvanların yaşamında ve bitkilerin ölüm-diriminin ayrıntılarında bulunuyordu. Heidegger için kulübenin bulunduğu çevrenin ve yörenin “kutsallığı” manevî bir saflık kaynağıydı. Heidegger bu öğelerin kendi çalışmasına güç verdiğini düşünüyordu. Todtnauberg'deki felsefeyi ormanlara, derelere, taşlara, sise, çayırlara ve rüzgâra ait bir felsefe olarak görüyordu. Heidegger için bu temel devinimler felsefenin özüdür ve tamamen “yukardaydı” (oben) ve “aşağıdaki” (unten) yaşamda gördüğü abeslikleri aşan düpedüz hakikattir. Bu nedenle su kaynağını hem fiziksel bir gerçeklik ve hem de bir metafor olarak görmüştür. Su kaynağının başına sabitlenmiş küp bir keresteden oyulmuş yıldız, hem Hıristiyanlık ve hem de Museviliğe ait bir sembol olsa da Heidegger bunu kişisel bir motif olarak düşünmüştü: Bu yıldız, gezinen düşünürü temsil ediyordu, kapalı gökyüzüne karşı parlayan bir patikayı. Onun çalışmasını pınara, kulübe yaşamına ve görülmeyen kaynağın çınlayışlarına bağlıyordu. Felsefe bilgiçlik taslamayla ilgili bir uğraş değil, soruşturularak yaşanmış bir hayat demekti. Fırtına da felsefî soruşturmanın kaynağıdır. Fırtınanın yıkıcı gücü, dışarıdaki havanın sertliği, insan varoluşunun kırılganlığını vurgulamakta ve kulübenin sığınak olarak sağladığı korunmuşluğu felsefî manada pekiştirmekteydi.