​Hemşehri

-Ruzname; Kelime Günlüğü’nden-

 

Zaman zaman isimden önce memleketin sorulduğuna rastlamışsınızdır. Memleket sormak, bir memleket geleneği ne de olsa…

Karşılaştığım kişinin -farklı bir ülke mensubiyeti- yoksa memleketini merak etmem. Onun için bu ısrarcı merakı kimi zaman yadırgıyorum da. En azından isimden önce merak edilmesini tuhaf ve anlamsız buluyorum.

Memleket, kişinin yaşam alışkanlıkları, ait olduğu mahallî kültür, bir olay karşısında vereceği olası tepkiler, yeme-içme, mizaç gibi türlü insanlık hâlleri hakkında fikir veriyor bir bakıma ya da fikir verdiği düşünülüyor.

Ülkemiz yüzölçümü bakımından dünya geneline nazaran bir ortalamayı yansıtıyor. Yerkürede konumlandığı yer sebebiyle hem kara hem deniz zenginliğiyle dört yanında dört mevsimin yaşanıyor. Asya’yı Avrupa’ya bağlayan bir geçiş hattı. Üstelik binlerce yıldır türlü türlü medeniyetlere ev sahipliği yapmış bir Anadolu hazinesi var.

Kendine özgü ve müstakil kültür akışı bir tarafa Ortadoğu, Asya, Doğu Avrupa, Kuzey Afrika ve Akdeniz kültürleriyle, ırklarıyla, lisanlarıyla ve medeniyetleriyle alışverişimiz hiç bitmemiş. Bu da yetmiş iki milletin dört mevsimle daha da çeşitlendiği, zenginleştiği, şehirden şehire, kasabadan kasabaya, köyden köye, haneden haneye başkalık arz eden bir yapı ortaya koyuyor.

“Memleketini” bırakıp büyükşehirlere göç edenlerde “memleketini” de göç ettiği merkeze taşıma eğilimi var. Büyükşehirde köken yeni bir anlam kazanıyor. Kendi yöresinden birileriyle tanışan birinin şehirle hısımlığı artıyor âdeta. Yaşadığı yere güven duymaya başlıyor.

Yakınlık ihtiyacı hâlden anlamayı da beraberinde getirdiğinden yadırganacak bir durum değil.

Bizde “memleket neresi?” hâlâ yaygın bir soru. Soruyu diri tutan, çoğunluğun köyden şehre göç etmiş olması. Kimileri “memleket”ini tanımıyor, umursamıyor ya da sahiplenmemeyi tercih ediyor. Kimileri de “memleketinden” ötürü kendini üstün görüyor.

Üstünlük yarışı, memleket sorgusundan daha da rahatsız edici. Kavmiyetçiliği çağrıştırıyor. “Oradan/buradan/şuradan adam çıkmaz” sözünün yaygınlığı ise üstünlük sergileme ve aynı ölçüde aşağılama alışkanlığının da bir tezahürü.

Kavmiyetçilik, İslam öncesinde Arap kabilelerinin müzmin hastalığıydı. Peygamberimiz (sav) bu hastalıktan kurtulabilmeleri için insanın yaradılışına dair vahyi/hakikatleri ortaya koyarak her türlü ayrımcılığın menedildiğine dair bütün Müslümanları bilgilendirdi. Takvayı kurtuluşun anahtarı olarak müjdelerken; Veda Hutbesi’nde “Hiç kimsenin başkaları üzerinde soy sop üstünlüğü yoktur. Allah katında üstünlük ancak takva iledir. Müslüman müslümanın kardeşidir. Böylece bütün Müslümanlar kardeştir” buyurarak “neye göre” ve “kime göre” üstün olunabileceğinden emin olmamızı sağladı.

Türkiye’nin konumlandığı coğrafya, bir arada yaşama manzaralarının en çeşitli hâlini tecrübe etmiş beşerî dokuya sahip. Günümüzde ise göç hareketliliğinden ötürü büyükşehirlerde yaşayanlar, memleketin her yöresine dair az ya da çok bir fikir sahibi.

Hâlen bir arada yaşamayı başka tezahürler üzerinden tecrübe ediyoruz. Sığınmacılarla birlikte durum daha hassas hâle geldi. Bütün bunlar, iletişim ve ulaşım hızıyla küçülen dünyada ihtiyaç duyulan bir kültürel hafızaya ve hayat pratiğine işaret ediyor.

Çeşitlilikten memnun olmayıp bunu rekabet hatta çıkar malzemesi yapmak, hemşehrisini kayırmak ya da bu sebeple liyakati umursamamak, sırf hemşehrisi diye yetersizliğe referans olmak bir nevi yalancı şahitliğe benziyor. Menedildiğimiz kavmiyetçiliğin en kötü biçimi.

Hayat bize her gün, dünyanın neresinde yaşarsa yaşasın iyi-kötü, çok iyi-çok kötü insan manzaraları sunuyor. Biliyoruz ki bu manzaraların sonu yok. Her iki durum da bizi hayrete düşürebiliyor. Beklenmedik iyilikler ve kötülükler, her insanın iyiliği de kötülüğü de içinde taşıdığının bir göstergesi.

Bir de şu var:

Birkaç nesil önce büyükşehire göç edenlerin şehirde doğup büyüyen çocukları, torunları genelde “memleket” havasını solumamış, kültürüyle tanışmamış oluyor. Kültür temeli doğup büyüdüğü ve nasiplendiği ortamda atılıyor. Böylece kökenini temsil eden “memleketine” göre sınıflandırma da önemini yitiriyor bir bakıma.

Hemşehri algısına sahip olmayan ya da hemşehriliği doğup büyüdüğü şehir üzerinden tanımlayan bir fert için, aile büyüklerinin kökeni sahiplenebileceği bir durum olmaktan çıkıyor.

Yine de bazı önyargıları yıkamıyorsunuz. Hemşehri veya kavmiyet rekabeti de yıkılması zor şeyler. Ancak kökenimiz neresi olursa olsun, o yerle bağımız olsun olmasın her birimiz birer beşer temsiliyiz ve hangi sıfatları taşıdığımız şahsi bir mesele.

Allah’ın halifesi olarak dünya için yaratılmış bir eşref-i mahlukken sefillikten yana olması kişinin kendi tercihi.

Kendine mukayyet bir kimse için İyileşmenin de kötüleşmenin de gerekçeleri ne toprak ne de kökenle ilgili… Kaldı ki bir arada yaşadıkça köşeler kenarlar kısaca çerçeveler de silikleşiyor. Memleket bir temsil veya bir veri sayılamıyor.

Çekirdek ailede bile çoğu kere armut dibine düşmüyor artık. 

Zaten memleket, birliktelik ve bütünlüktür. Şehir, kasaba, köyden öte, daha büyük bir kelimedir. Memleket ve aidiyet sorgusuna buradan başlamak lazım…

***

Künye: Hemşehri, aynı şehir ve memleketten olan kişilerden her biri anlamına gelir (Kubbealtı Lugatı)