29 Temmuz 2019

Hüznümde “ben” yok, “sen” ve “o” var

Şeyh Gâlib, “Sırrını fâş eyleme ağyare” diyor. Yâni tasavvufî bir hâl ise sırrın, onu ham ervahlara açma. Nâçiz hüzün yazılarımızı perdesiz gözüyle ve hüsn-i kalple okuyacak ârif kişileri “ağyar” görmediğim içindir, bir “hâl” olarak yaşadığım hüzünle “yakîn”lığımı hurufata dökmekte beis görmedim.

Mânevî olmayan keder ve üzüntü, hüzünden sayılmaz. Hüzün ulvî bir sızıdır, aşktır, gözyaşıdır. Muradm asla yeis ve maddî bir hüzün değildir.

Doğrusunu Allah bilir ki, hüznümde “ben” yok, “sen” var. Ehli bilir ki maddî hüzünde “ben”, mânevî hüzünde ise “Sen” var. “Yüce Sevgili” ve “Asıl Vatan” hasreti vardır. Hüznü mânevî kılan ve kalplerde yaşatan “Sen” dir.  “Ben”deki hüzün dünyâlık ve kesbîdir. “Sen” deki hüzün ise “vehbî”dir. Dolayısıyla “Sen”den “O” na gidilen bir hüzündür muradım.

Bu mânada güç aldığım âlimlerin görüşlerini şu cümlelerde toplayabilirim: “Maddî hüzün, ‘ben'den başlar, ‘ben'de devam eder ve ‘ben'de biter. Mânevî hüzün ‘sen'de ve ‘O'nda başlar, ‘ben'e döner ve sonra tekrar ‘sen'e ve ‘O'na döner ki, ârifin hüznü budur.”  

Derûnumda vehbî bir hâl olarak yer alan hüzün, “yeis” değil, bütün kuşatıcılığıyla “recâ”(ümit, iyimserlik hâli) dır. Can sıkıntısının, vesvesenin ve vehmin bir tezahürü değil, inancın ve iradenin mistik bir meşrepteki kamçısıdır.

Dücane Cündioğlu, “Yeis” (umutsuzluğun) zıddı reca (ümit), emn'nin (güvenin) zıddıysa havf (korku) dır. İnanmış adama “emn” de, “yeis” de yasak; ilk adımda tavsiye edilen: havf ve reca arasında durmaktır” diyor.

Onun hüzne dair şu sözlerini kalbime yazdım unutmamak için: “Ey tâlib, bil ki ârifler için her zaman, hüzün zamanıdır. Lâkin onlar aslâ yas tutmazlar.”

Derdimin dermanı hüzündür

Kalp ve dimağımı dünyâlık hâllerden mânevî hâllere inkılâp ettiren hüzün, düz mânasının dışında hep ötelerin hasretini yaşatır. Haddim değil ama vecdimin tazyikiyle ifade ederim ki, Niyazi Mısrî'nin dediği gibi: “Derman aradım derdime, derdim bana derman imiş.”

Beyazid-i Bistamî'nin hüzne dair söylediklerini başucu kitaplarım gibi ehl-i gece olarak saadetli her gece tekrar ederim: “Bir dertli kul idim derman arayan. Kalbime bir süvari gibi indim. Bütün ellerimle Hakk'ın kapısını çaldım. Belâ eliyle çalmadıkça kapı açılmadı. Bütün dillerle izin istedim, hüzün diliyle istemedikçe izin verilmedi. Bütün ayaklarla O'na giden yolda yürüdüm. Yokluk ayağıyla yürümedikçe dergâhına varamadım. Bir gün sükût edince baktım ve gördüm ki, derdim dermanım imiş.”     

“Tecridin zirvesi”: hüzünle yaşamak

Hâl'i ortaya dökmek, ifade etmek tasavvuf âdâbından değildir. Fakat hüzün yoldaşlarına âcizane bir ayna olması bakımından hâlimi Ahmet Hamdi Tanpınar'ın, şairlerin büyük atası Hazret-i Fuzûlî için yapmış olduğu tasvirle anlatmak istiyorum:

“Bir bakıma bütün lezzetleri kendine kapamış görünen bir insanda rastlayabileceğimiz tek haz, ıztırabın hazzıdır (...) Onun lûgatı fakirlik ve ıztırabın etrafında döner ve aynası yalnızlığın aynasıdır. Mihnet, gam, kanaat, uzlet, gözyaşı, hicran, yoksulluk. (...) Bunun için de durmadan soyunur, fırtınaya tutulmuş bir gemi gibi durmadan bir şeyler atar ve attıkça başı yukarıya doğru yükselir. Tecridin tam zirvesinde, başı bulutlardadır.”

Hüznün oğlu olmak

“Vaktin oğlu” hüznün oğlu demektir. Pervane ataşe âşık, fakir hüzne... Pervane nasıl ateşin etrafında dönüp dolaşıp kendini birden ateşin içine atarsa, bu fakir de halktan ve maişet telâşından uzak kaldığında hüzne bulanır, hüznün ocağına atar kendini her gece. Mağarasında hüzünle halvet olur kimseler görmeden.

Fakirin nâmıydı hüzünkâr. Bezm-i elest'te talib olduğum hâlimin ismiydi. Ehl-i Suffa'nın çilesini kuşanan bu sıfatı âcizane cezbe hâlinde söze ve yazının gücüne kattığımı söylememde aslâ nefs-i emmare ve övünme yoktur. Bilâkis hüzün yolunda yalınkılıç gâzaya giden bir mücahit vecdi ve coşkunluğu vardır. Gönül dostlarıma hüzünkârlığın patolojik bir hâl taşımadığını, bir “âh” olduğunu söylemiş ve satırlara dökmüştüm. Şükürler olsun ki yalancı çıkmadım. Hüzne karşı çıkan Mutezilî âlimlerin sözüne ne gam ederim ki, ilk atamız Âdem Âleyhisselâm'ın yaratılışı sırasında üzerine otuz dokuz gün hüzün yağmuru, bir gün neş'e yağmuru yağmış.

Hüznün elini bırakmaya niyetli değilim

Hüzün cennetine tâlibim. Enbiyanın, evliyanın, Mevlâna'nın, Yunus'un, Fuzûlî'nin tâlib olduğu cennete. Elbette bu tâlibliğimiz “hâl”le alâkalı bir arzudur. Şüphesiz ki dünyâ gibi ahretin nizamında da kimin nereye düşeceğine tevhidi anlayışla inanırız. Nasibimize, amel defterimize ne yazıldıysa ona tâlibiz.

Hülâsa ifadeyle; İslâmlaşmış ruh ve duygu köklerimizin edebî kaynakları olan edebiyatımızda en çok işlenen bir kelimedir hüzün. Fakir, âşıkların yakın dostu olan bu münzevî ve hasbî kelimenin en şefkatli adı olan “yed-i hüzün”ün, yâni hüznün elini bırakmaya niyetli değildir.

Türkülerden şarkılara derece derece tasavvuf kokan medeniyet mûsikîmiz bir baştan bir başa hüzün doludur. Bu sesler vehbî hüzne yaslanmış derûnumuzun sesleridir.