İmamı Gazzalî'nin makam vaad eden müderrisliği bırakması ve şartlı dönmesi
İmam Gazzalî otobiyografisini anlattığı El Munkız mine'd-Dalâl (Delaletten Kurtuluş) adlı eserinin 26-37. sayfaları arasında müderrisliği neden bıraktığını, sultanın geri çağırma konusunda ısrarı üzerine makam vaad etmemek hatta makamdan uzaklaştıran ilim öğretmek şartıyla döndüğünü anlatan kendi kaleminden anlatımını sunuyoruz:
Âhirette saadete kavuşmak için, takva üzere yaşamak,
haramlardan sakınmak, nefsi heva ve hevesinden men etmek tek çaredir. Bu işin
başı da, bir gurur ve aldanış yeri olan dünyadan uzaklaşıp, âhirete bağlanmak,
bütün varlığı ile tamamen Allahu Tealâ'ya yönelmek, kalbin dünyadan alakasını
kesmektir. Bu ise, ancak, maldan, makamdan, yüksek gayelere ulaşmaya engel olan
şeylerden uzak durmakla mümkün olur.
Sonra, kendi vaziyetimi tetkik ettim. Gördüm ki, dünya
meşgalelerine dalmışım. Bu meşgaleler beni tamamen sarmış haldedir. Yaptığım işleri
düşündüm. En güzel işim, ders vermek ve talebe yetiştirmekti. Bu işte de âhirete
pek faydası olmayan, mühim olmayan bir takim ilimlerle meşgul olduğumu gördüm.
Ders vermekteki niyetimi araştırdım. Onun da Allah rızası için olmadığını, şan
ve şöhret kazanmak, makam ve mevki sahibi olmak arzusundan ileri geldiğini
anladım. Uçurumun kenarında olduğumu, halimi düzeltmezsem ateşe yuvarlanacağıma
kanaat getirdim. Bir müddet devamlı bunu düşündüm. Henüz irademe hakim durumda
idim. Bir gün Bağdat'tan ayrılıp gitmeye ve o hallerden kurtulmaya kesin karar
verir, ertesi gün bu kararımdan vazgeçerdim, kararsız bir halde idim. Bir sabah
âhiret arzusu kuvvet bulsa, akşam dünya arzuları bir ordu gibi üzerime saldırıp,
o arzuyu mutlaka dağıtıyordu. Dünya arzuları bir zincir gibi, beni makam ve mevkiye doğru sürüklüyordu.
İman münadisi de şöyle sesleniyordu: (Göç zamanı
geldi. Ömrün bitmek üzeredir. Önünde uzun âhiret yolculuğu vardır. Şimdiye
kadar öğrendiğin ilim ve yaptığın amel hep riyâdır, gösteriştir. Şimdi âhirete
hazırlanmazsan, ne zaman hazırlanacaksın. Dünya ile alakalarını şimdi kesmezsen,
ne zaman keseceksin.) O zaman içimdeki önceki arzu yeniden uyanırdı. Bağdat'tan
ayrılıp gitmek kararım kuvvetlenirdi. Bu sefer şeytan şöyle vesvese verirdi: Bu
halin bir hastalıktır, sakın itibar etme, çünkü çabuk geçecek bir haldir. Eğer
ona uyarak şu anda bulunduğun mevkiyi ve kimsenin bozamayacağı muntazam hayati
terk edersen, bir gün nefsin tekrar dönmek ister fakat bir daha ele geçmez.
Hicrî 488 senesi Recep ayından itibaren, altı ay
kadar dünya arzuları ile âhiret arzuları arasında kararsız kaldım. Sonra, artık
iş ihtiyari olmaktan çıkıp, zaruri bir hale döndü. Çünkü, Allahu Tealâ' dilime
bir kilit vurdu. Ders veremeyecek şekilde bağlandı. Talebelerimi memnun etmek
için, bir gün olsun ders vermeye kendimi zorladım. Fakat dilim bir kelime dahi söyleyemedi.
Buna gücüm yetmiyordu. Sonra dilimdeki tutukluk kalbime bir hüzün verdi. Bu üzüntü
sebebiyle midemde hazım kuvveti kalmadı. Yemekten, içmekten kesildim. Boğazımdan
su geçmiyordu. Bir lokmayı hazmedemiyordum. Bu yüzden bedenim zayıfladı.
Doktorlar bana ilacın fayda vereceğinden ümidi kestiler. Bu durum, kalbe ait bir
haldir, ondan da mizaca, yani tabiatına sirayet etmiştir. Kalpte meydana gelen
bu büyük üzüntü gitmedikçe, ilaçla iyileştirmeye imkan yoktur, dediler.
Aciz kaldığımı, irademin tamamen elden çıktığını
görünce, çaresiz kalan kimsenin yalvarması gibi, Allahu Tealâ'ya sığındım. Çaresiz
kalanların duasını geri çevirmeyen Allahu Tealâ duamı kabul buyurdu. Bana
makam, mevki, mal, aile, evlat ve dost gibi şeylere gönül bağlamaktan
kurtulmayı ihsan etti. Şam'da ikamet etmeye karar verdim. Halîfenin ve beni sevenlerin
bu arzumu öğrenmelerini istemiyordum. Mekke'ye gidecek gibi göründüm. Bir daha
dönmemek üzere Bağdat'tan ayrılacağımı latif, uygun hilelerle belli etmemeye
çalıştım. Bütün Irak alimleri gitmemem için, eleştiride bulundular. Onların arasında,
her şeyden yüz çevirmemin dinî bir sebepten olduğunu kabul edecek bir kimse
yoktu. Onlar benim bulunduğum mevkinin, dinin en yüksek mevkisi olduğunu
zannediyorlardı. Bilgileri ancak bu kadarına yetiyordu. Sonra halk, gitmemin sebebi
hakkında bir takim tahminler arasında şaşırdı kaldı. Irak'tan uzak olanlar işe,
bu gidişimin memleketi idare eden devlet adamlarının arzularından ileri
geldiğini zannediyorlardı. Devlet adamlarına yakın olanlar da, onların beni
bırakmamak için ne kadar uğraştıklarını, yaptığımı kınadıklarını, benim de
onlardan yüz çevirdiğimi, sözlerine kulak asmadığımı görüyorlardı. Bu, Allah'tan
gelmiş bir iştir. Alimlere ve Ehl-i İslama nazar değdi. Bunun başka bir sebebi
olamaz diyorlardı.
Malımdan, bana ve çocuklarımın nafakasına yetecek
kadarını ayırdım. Geri kalanını tamamen dağıttım. Irak malı Müslümanlara vakıf
olduğu için, böyle işlere ayrılması caizdir. Dünyada, bir alimin çocukları için
ayıracağı bu maldan daha iyi bir mal görmedim. Nihayet Bağdat'tan ayrılıp Şam'a
gittim. Şam'da iki seneye yakın ikamet ettim. Bu zaman içinde, tasavvuf kitaplarından
öğrendiğim gibi, nefsimi fena hallerden temizlemek, ahlakımı güzelleştirmek,
Allahu Tealâ'yı zikretmek ve kalbimi tasfiye etmekle meşgul oldum. İnsanlardan
uzak durup, zamanımı riyazetle ve ibadetle geçirdim. Şam'daki Emevî camisinde
bir müddet itikafa girdim. Cami’nin minaresine çıkar, kapıyı kilitlerdim ve
bütün gün orada kalırdım. Sonra Kudüs'e gittim. Beyt-i Mukaddes'e girdim. Her
gün Sahratullaha (Peygamberlerin ve Evliyanın ibadet mahalli olmakla meşhur
yer) girer, kapıları üzerime kilitlerdim.
Kudüs'ü ve Hz İbrahim Halilullah'ı “aleyhisselam”
ziyaretten sonra, hac farizasını yerine getirmek, Mekke-i Mükerreme'nin ve
Medine-i Münevvere'nin bereketlerine kavuşmak, Resulullah'ın “sallallahu aleyhi
ve sellem” kabr-i şerifini ziyaretle şereflenmek arzusu kalbime düştü. Hicaza
gidip, bu arzuma kavuştum.
Daha sonra, çocuklarımın daveti ve içimdeki arzu,
beni vatanıma çekti. Hiç dönme düşüncesinde olmadığım halde, döndüm. Yine insanlardan
uzak yaşamayı tercih ettim. Yalnız kalmaya, Allahu Tealâ'yı zikretmeye ve ondan
başka her şeyi kalbimden çıkarmaya çok hırslı idim. Zamanın hadiseleri,
çoluk-çocuk derdi, geçim sıkıntısı, huzurumu bozuyor, yalnızlıktan duyduğum
tadı bozuyordu. Bu tadı ancak ara sıra duyuyordum. Bununla beraber, o hale kavuşmaktan
ümidimi kesmedim. On sene kadar böyle devam ettim. Yalnızlıklarım sırasında
bana o kadar şey malum oldu ki, onları tamamen anlatmak mümkün değildir. Faydalanmak
için birazından bahsedeyim.
Kesin bir şekilde anladım ki, tasavvuf ehli, Allahu
Tealâ'nın yolunda olan kimselerdir. Onların halleri, hallerin en iyisidir.
Yolları, yolların en doğrusudur. Ahlakları ahlakların en temizidir. Dinin esasına
vakıf olan alimlerin ilmi, hukemanın hikmeti, onların hallerinden ve ahlaklarından
bir kısmını değiştirmek, daha iyi bir hale getirmek için bir araya gelse, buna
im- kan bulamazlar. Daha iyisini ortaya koyamazlar. Onların zahiren ve batınen
bütün hal ve hareketleri, nübüvvet kandilinin ışığından alınmıştır. Yeryüzünde
ise, nübüvvet ışığından başka aydınlanacak bir nur yoktur.
Hasılı bir tarikat, bir yol ki, ilk şartı olan
temizlik, kalpten masivayı, yani Allahu Tealâ'dan başka her şeyi çıkarmaktır.
Bunun anahtarı, kalbin daima Allahu Tealâ'yı anmakla meşgul olmasıdır. Bu hal,
namazdaki iftitah tekbiri mesabesindedir. Neticesi, tamamen Allahu Tealâ'nın
varlığında yok olmaktır. Böyle bir yol hakkında başka ne söylenebilir.
Allahu Tealâ'nın varlığında yok olmanın son mertebe sayılması,
başlangıçta istek ve irade ile yapılabilen hallere göredir. Yoksa aslında o
fena makamı, tarikatın başlangıcıdır. Ondan önceki haller, bu yolun yolcuları
için, sokak kapısı ile evin asıl kapısı arasındaki avlu durumundadır. Tarikatın
başlangıcından itibaren keşifler, müşahedeler başlar. Hatta öyle olur ki, salikler
(tarikat yolcuları) uyanıkken melekleri, Peygamberlerin “aleyhimusselam”
ruhaniyetlerini görürler. Sözlerini işitirler ve onlardan pek çok faydalar elde
ederler. Daha sonra onların ruhaniyetlerini ve sûretlerini görmekten öyle yüksek
derecelere yükselme hali hasıl olur ki, bunu sözle anlatmak mümkün değildir.
Kim o hali anlatmak isterse, sözünde sakınılması imkansız açık hatalar olur. Hülasa
iş, Allahu Tealâ'ya o kadar yaklaşmak derecesine varır ki, bir zümre Allah ile
birleştiğini, bir zümre Allaha vasıl olduğunu tahayyül eder. Bunun tamamı
hatadır. Niçin hata olduğunu (EI-Maksad-ul-Aksa) kitabımızda açıkladık. Kendisinde
bu hal meydana gelen kimse:
Aklıma getirmediğim şey oldu,
Aslını sorma, iyi zanda bulun.
Manasında olan beyte uyarak, fazla bir şey söylememelidir.
Netice olarak, tasavvuf ehlinin yolunda ilerleyip,
bu yola zevk ile vakıf olmayanlar, nübüvvetin hakikatini anlayamazlar. Sadece ismini
bilirler. Evliyadan hasıl olan kerametler, Peygamberlerden ilk zamanlarda hasıl
olan hallerdir. Peygamber efendimiz “sallallahu aleyhi ve sellem”, Peygamberliği
bildirilmeden önce, Hira dağına çekilip, insanlardan uzak kalarak, Allahu
Tealâ'ya ibadet ettiği sıradaki hali böyle idi. Hatta araplar, Muhammed “sallallahu
aleyhi ve sellem”, Rabbine aşık oldu, dediler. Bu öyle bir haldir ki, ne olduğunu
o yolda ilerlemiş olanlar, onu zevk ile, tadarak anlarlar. Bu zevki
tatmayanlar, tasavvuf ehlinin sohbetinde bulunarak, tecrübe ede ede ve işite işite
hallerin alameti ve delaleti ile anlarlar. İşte tasavvuf ehli ile birlikte
bulunanlar, onların bu yakini halinden istifade ederler. Onlar öyle kimselerdir
ki, sohbetlerinde bulunanlar, dalalette kalmaz. Sohbetlerinde bulunma şerefinden
mahrum kalanlar, (ihya-u ulumid-din) kitabımızın “Acaib-ul-kalb” kısmında bahsettiğimiz
gibi, aklî delillerle bunun mümkün olduğunu yakinen anlarlar. Bu halleri, aklî
delillerle incelemek ilimdir. O haller ile hallenmek ise zevktir, tatmaktır. Husn-i
zan ve tecrübe ile kabul etmek imandır. İşte bu, ilim, hal (zevk) ve inanmak
olmak üzere üç derecedir. Allahu Tealâ, Kur’an-ı Kerim'de Mücadele suresi 11.
ayet-i kerimesinde mealen, (Allah sizden îman edenleri ve kendilerine ilim
verilenleri derecelere yükseltir...) buyurdu. Bu üç dereceye kavuşanların
dışında kalan bir takım cahil kimseler vardır ki, bu halleri inkar ederler. Böyle
sözlere şaşarlar ve alay ederler. Bunlar ne hezeyanlar yapıyorlar derler.
Bunlar hakkında Allahu Tealâ, Peygamber efendimize “sallallahu aleyhi ve sellem”
mealen şöyle buyurdu: (O münafıklardan seni dinlemeye gelen de var. Hatta senin
yanından çıktıkları zaman, (Eshab-ı kiramdan) kendilerine ilim verilmiş
olanlara söyle derler: O biraz önce ne söyledi? (Böylece alay ederler). Bunlar
öyle kimselerdir ki, Allah kalplerini mühürlemiştir de, hep hevalarına uymuşlardır.”
(Muhammed suresi: 16. ayet-i kerimesi.)
DERS
VERMEYİ TERK ETTİKTEN SONRA, TEKRAR DERS VERMEYE BAŞLAMAMIN SEBEBİ:
On seneye yakın uzlet ve halvet halinde, yani insanlardan
uzak, yalnız yaşadım. Bu zaman içinde sayamayacağım birçok sebeplerden dolayı,
bazen zevkle, tadarak, bazen aklî delil ile, bazen de imanımla anladım ki, insan,
beden ve kalpten yaratılmıştır. Kalpten maksadım, ölülerde ve hayvanlarda da
bulunan yürek değil. Allahu Tealâ'yı tanımaya mahsus ruhun hakikatidir. Bedenin
bir sıhhat hali vardır ki, saadeti ona bağlıdır. Bir de hastalık hali vardır
ki, helak olmasına sebeptir.
Kalbin de sıhhat ve hastalık hali vardır. İnsanlar
için, [Şu’ara suresi, 89. ayetinde mealen], (Ancak selîm ve pak bir kalp ile
Allah'ın huzuruna varanlar kurtulur) buyurulmuştur. Kalbin hastalığı da vardır
ki, insanın dünyada ve âhirette ebedî helakine sebep olur. Allahu Tealâ
Kur’an-i Kerim'de [Bakara suresi, 10. ayetinde] mealen, (Kalblerinde hastalık
vardır) buyurdu. Allahu Tealâ'yı tanımamak öldürücü zehirdir. Nefsin arzularına
uyarak, Allahu Tealâ'nın emirlerini yapmamak, kalbi öldüren bir hastalıktır.
Allahu Tealâ'ya itaat ise, kalbi diriltir. Nefsin arzularına muhalefet ederek
taatte bulunmak, kalbin hastalığına şifa veren ilaçtır. Beden hastalığını
gidermek, ilaçlarla tedaviye bağlı olduğu gibi, kalp hastalığının tedavisi de
birtakım ilaçlarla mümkündür. Bedenin tedavisi için kullanılan ilaçların tesirleri,
akıl ile kavranamayan özelliklerdendir. Nübüvvete mahsus özelliklerle
varlıkların özelliklerini anlayan ve Peygamberlerden gelen bilgilere sahip olan
tabipleri taklit etmek lazım olur. Bunun gibi, bana zaruri bir ilim olarak
malum oldu ki, Peygamberler tarafından miktarları belli edilen ibadet
ilaçlarının da tesirleri, akıl ile idrak olunamaz. Bunları akıl ile anlamaya uğraşmamalıdır.
Nübüvvet nuru ile idrak eden Peygamberleri taklit etmek, emirlerine uymak
lazımdır. İlaçlar, çeşitleri ve miktarları başka başka olan, çeşitli
maddelerden yapılır. Bir kısım maddeler, diğerlerinin iki katı olur. Bu sebepsiz
değildir. Özelliklerine göre, böyle olması icap eder. Kalp hastalıklarının
ilacı olan ibadetler de, böyle miktarı ve çeşidi değişik olan hareketlerden
ibarettir. Secde, rükû'nun iki katıdır. Sabah namazı, ikindi namazının yarısı
kadardır. Böyle olmasında ilahi bir sır vardır. Bu sır, ancak nübüvvet nuruyla
anlaşılabilen bir özellik cinsindendir. İbadetlerin bu durumları için, akıl
yoluyla hikmet ve sebep arayanlar veya bu özelliklerin ilahi bir sırra
dayanmadığını, tesadüfen bir şey olduğunu zannedenler, ahmaklıklarını ve
cahilliklerini ortaya koymuşlardır. İlaçlarda onları meydana getiren bir takım
temel maddeler vardır. Bunlar, temel unsurlar sayılır. Bir de ilaçları hazırlarken,
bazı hususlar göz önünde tutulur. Bunlar da ilaçların temel maddelerinin tesirini
göstermesi için, yardımcı maddelerdir. Bunların da her birinin ayrı bir yeri
vardır. Bunun gibi, sünnetler ve nafileler asıl rükünleri (farzları) tamamlayıcıdır.
Hülasa peygamberler, kalp hastalıklarının
tabipleridir. Aklın faydası ve işi, bize peygamberleri tasdik ve şehadet
ettirmektir. Nübüvvet nuruyla idrak edilen sırları anlamaktan aciz olduğumuzu
itiraf ettirmektir. Bizi elimizden tutup körleri rehberlerine, şaşırıp kalmış
olan hastaları şefkatli tabibe teslim eder gibi, nübüvvete teslim etmesidir.
İşte aklın yapacağı iş, bu kadardır. Bundan ötesine geçemez, karışamaz. Ancak
tabibin kendisine söylediğini bize haber verir. Bu meseleler; halk arasından
uzaklaşıp, yalnız yaşadığım müddet içinde adeta gözle görür gibi kesin ve
zarurî bir tarzda anladığım meselelerdir.
Diğer taraftan, nübüvvetin var olup olmadığı ve
mahiyeti hususunda, Peygamberlerin bildirdiği hükümlerle amel etmekte, insanların
itikadının zayıfladığını gördüm. Bu durumun, halk arasında yaygın halde olduğuna
şahit oldum. Halktaki gevşekliğin ve iman zayıflığının sebeplerini araştırdım
ve buldum. Bunlar dört sebeptir:
Birincisi: Felsefe bilgileri ile meşgul olanlardan
kaynaklanan sebeptir.
İkincisi: Tasavvuf yoluna mensup olanlara dayanan sebeptir.
Üçüncüsü: Talim iddiasına (İsmailiyye'ye) mensup
olanlara dayanan sebeptir.
Dördüncüsü: Halk arasında alim diye tanınmış kimselere
dayanan sebeptir.
Bir müddet de halkın durumunu araştırdım. Dinin emirlerini
yerine getirmekte kusur edenlere, bunun sebeplerini sordum. Niçin şüphe
ettiklerini, itikatlarını ve kalplerindeki düşüncelerini araştırdım.
Böyle kimselere: Niçin dinin emirlerini yapmıyorsun?
Eğer âhirete inanmıyorsan ve hazırlanmıyorsan, onu dünya karşılığında satıyorsan,
bu hal ahmaklıktır. Çünkü sen, ikiyi bire karşılık değişmezsin. Nasıl oluyor
da, ebedi âhiret hayatını, bu geçici dünyaya karşılık değişiyorsun. Eğer
âhirete inanmıyorsan, imanın yok demektir. İmana kavuşmak için derhal tedbir
al, nefsine hakim ol, içinde saklı olan küfrün sebebini araştır. Gerçi sen
kalbinde saklı olan küfrü açıkça söylemiyorsun, sadece kendini iman sahibi ve
dine bağlı gibi göstermekle, küfrünü açığa vurmamak faydasızdır, diyordum.
Bazısı buna şöyle cevap veriyordu: Dinin emirlerini
yerine getirmek hususunda alimlerin bizden daha çok dikkat etmeleri lazımdır.
Faziletli diye şöhret bulanlardan falan kimse, namaz kılmıyor. Falan kimse, şarap
içiyor. Falan, vakıf ve yetim malı yiyor. Falanca da haramlardan sakınmıyor.
Bir diğeri de rüşvet alıyor ve saire.