15 Kasım 2022

İmamı Gazzalî'nin makam vaad eden müderrisliği bırakması ve şartlı dönmesi

İmam Gazzalî otobiyografisini anlattığı El Munkız mine'd-Dalâl (Delaletten Kurtuluş) adlı eserinin 26-37. sayfaları arasında müderrisliği neden bıraktığını, sultanın geri çağırma konusunda ısrarı üzerine makam vaad etmemek hatta makamdan uzaklaştıran ilim öğretmek şartıyla döndüğünü anlatan kendi kaleminden anlatımını sunuyoruz:

Âhirette saadete kavuşmak için, takva üzere yaşamak, haramlardan sakınmak, nefsi heva ve hevesinden men etmek tek çaredir. Bu işin başı da, bir gurur ve aldanış yeri olan dünyadan uzaklaşıp, âhirete bağlanmak, bütün varlığı ile tamamen Allahu Tealâ'ya yönelmek, kalbin dünyadan alakasını kesmektir. Bu ise, ancak, maldan, makamdan, yüksek gayelere ulaşmaya engel olan şeylerden uzak durmakla mümkün olur.

Sonra, kendi vaziyetimi tetkik ettim. Gördüm ki, dünya meşgalelerine dalmışım. Bu meşgaleler beni tamamen sarmış haldedir. Yaptığım işleri düşündüm. En güzel işim, ders vermek ve talebe yetiştirmekti. Bu işte de âhirete pek faydası olmayan, mühim olmayan bir takim ilimlerle meşgul olduğumu gördüm. Ders vermekteki niyetimi araştırdım. Onun da Allah rızası için olmadığını, şan ve şöhret kazanmak, makam ve mevki sahibi olmak arzusundan ileri geldiğini anladım. Uçurumun kenarında olduğumu, halimi düzeltmezsem ateşe yuvarlanacağıma kanaat getirdim. Bir müddet devamlı bunu düşündüm. Henüz irademe hakim durumda idim. Bir gün Bağdat'tan ayrılıp gitmeye ve o hallerden kurtulmaya kesin karar verir, ertesi gün bu kararımdan vazgeçerdim, kararsız bir halde idim. Bir sabah âhiret arzusu kuvvet bulsa, akşam dünya arzuları bir ordu gibi üzerime saldırıp, o arzuyu mutlaka dağıtıyordu. Dünya arzuları  bir zincir gibi, beni makam ve mevkiye doğru sürüklüyordu.

İman münadisi de şöyle sesleniyordu: (Göç zamanı geldi. Ömrün bitmek üzeredir. Önünde uzun âhiret yolculuğu vardır. Şimdiye kadar öğrendiğin ilim ve yaptığın amel hep riyâdır, gösteriştir. Şimdi âhirete hazırlanmazsan, ne zaman hazırlanacaksın. Dünya ile alakalarını şimdi kesmezsen, ne zaman keseceksin.) O zaman içimdeki önceki arzu yeniden uyanırdı. Bağdat'tan ayrılıp gitmek kararım kuvvetlenirdi. Bu sefer şeytan şöyle vesvese verirdi: Bu halin bir hastalıktır, sakın itibar etme, çünkü çabuk geçecek bir haldir. Eğer ona uyarak şu anda bulunduğun mevkiyi ve kimsenin bozamayacağı muntazam hayati terk edersen, bir gün nefsin tekrar dönmek ister fakat bir daha ele geçmez.

Hicrî 488 senesi Recep ayından itibaren, altı ay kadar dünya arzuları ile âhiret arzuları arasında kararsız kaldım. Sonra, artık iş ihtiyari olmaktan çıkıp, zaruri bir hale döndü. Çünkü, Allahu Tealâ' dilime bir kilit vurdu. Ders veremeyecek şekilde bağlandı. Talebelerimi memnun etmek için, bir gün olsun ders vermeye kendimi zorladım. Fakat dilim bir kelime dahi söyleyemedi. Buna gücüm yetmiyordu. Sonra dilimdeki tutukluk kalbime bir hüzün verdi. Bu üzüntü sebebiyle midemde hazım kuvveti kalmadı. Yemekten, içmekten kesildim. Boğazımdan su geçmiyordu. Bir lokmayı hazmedemiyordum. Bu yüzden bedenim zayıfladı. Doktorlar bana ilacın fayda vereceğinden ümidi kestiler. Bu durum, kalbe ait bir haldir, ondan da mizaca, yani tabiatına sirayet etmiştir. Kalpte meydana gelen bu büyük üzüntü gitmedikçe, ilaçla iyileştirmeye imkan yoktur, dediler.

Aciz kaldığımı, irademin tamamen elden çıktığını görünce, çaresiz kalan kimsenin yalvarması gibi, Allahu Tealâ'ya sığındım. Çaresiz kalanların duasını geri çevirmeyen Allahu Tealâ duamı kabul buyurdu. Bana makam, mevki, mal, aile, evlat ve dost gibi şeylere gönül bağlamaktan kurtulmayı ihsan etti. Şam'da ikamet etmeye karar verdim. Halîfenin ve beni sevenlerin bu arzumu öğrenmelerini istemiyordum. Mekke'ye gidecek gibi göründüm. Bir daha dönmemek üzere Bağdat'tan ayrılacağımı latif, uygun hilelerle belli etmemeye çalıştım. Bütün Irak alimleri gitmemem için, eleştiride bulundular. Onların arasında, her şeyden yüz çevirmemin dinî bir sebepten olduğunu kabul edecek bir kimse yoktu. Onlar benim bulunduğum mevkinin, dinin en yüksek mevkisi olduğunu zannediyorlardı. Bilgileri ancak bu kadarına yetiyordu. Sonra halk, gitmemin sebebi hakkında bir takim tahminler arasında şaşırdı kaldı. Irak'tan uzak olanlar işe, bu gidişimin memleketi idare eden devlet adamlarının arzularından ileri geldiğini zannediyorlardı. Devlet adamlarına yakın olanlar da, onların beni bırakmamak için ne kadar uğraştıklarını, yaptığımı kınadıklarını, benim de onlardan yüz çevirdiğimi, sözlerine kulak asmadığımı görüyorlardı. Bu, Allah'tan gelmiş bir iştir. Alimlere ve Ehl-i İslama nazar değdi. Bunun başka bir sebebi olamaz diyorlardı.

Malımdan, bana ve çocuklarımın nafakasına yetecek kadarını ayırdım. Geri kalanını tamamen dağıttım. Irak malı Müslümanlara vakıf olduğu için, böyle işlere ayrılması caizdir. Dünyada, bir alimin çocukları için ayıracağı bu maldan daha iyi bir mal görmedim. Nihayet Bağdat'tan ayrılıp Şam'a gittim. Şam'da iki seneye yakın ikamet ettim. Bu zaman içinde, tasavvuf kitaplarından öğrendiğim gibi, nefsimi fena hallerden temizlemek, ahlakımı güzelleştirmek, Allahu Tealâ'yı zikretmek ve kalbimi tasfiye etmekle meşgul oldum. İnsanlardan uzak durup, zamanımı riyazetle ve ibadetle geçirdim. Şam'daki Emevî camisinde bir müddet itikafa girdim. Cami’nin minaresine çıkar, kapıyı kilitlerdim ve bütün gün orada kalırdım. Sonra Kudüs'e gittim. Beyt-i Mukaddes'e girdim. Her gün Sahratullaha (Peygamberlerin ve Evliyanın ibadet mahalli olmakla meşhur yer) girer, kapıları üzerime kilitlerdim.

Kudüs'ü ve Hz İbrahim Halilullah'ı “aleyhisselam” ziyaretten sonra, hac farizasını yerine getirmek, Mekke-i Mükerreme'nin ve Medine-i Münevvere'nin bereketlerine kavuşmak, Resulullah'ın “sallallahu aleyhi ve sellem” kabr-i şerifini ziyaretle şereflenmek arzusu kalbime düştü. Hicaza gidip, bu arzuma kavuştum.

Daha sonra, çocuklarımın daveti ve içimdeki arzu, beni vatanıma çekti. Hiç dönme düşüncesinde olmadığım halde, döndüm. Yine insanlardan uzak yaşamayı tercih ettim. Yalnız kalmaya, Allahu Tealâ'yı zikretmeye ve ondan başka her şeyi kalbimden çıkarmaya çok hırslı idim. Zamanın hadiseleri, çoluk-çocuk derdi, geçim sıkıntısı, huzurumu bozuyor, yalnızlıktan duyduğum tadı bozuyordu. Bu tadı ancak ara sıra duyuyordum. Bununla beraber, o hale kavuşmaktan ümidimi kesmedim. On sene kadar böyle devam ettim. Yalnızlıklarım sırasında bana o kadar şey malum oldu ki, onları tamamen anlatmak mümkün değildir. Faydalanmak için birazından bahsedeyim.

Kesin bir şekilde anladım ki, tasavvuf ehli, Allahu Tealâ'nın yolunda olan kimselerdir. Onların halleri, hallerin en iyisidir. Yolları, yolların en doğrusudur. Ahlakları ahlakların en temizidir. Dinin esasına vakıf olan alimlerin ilmi, hukemanın hikmeti, onların hallerinden ve ahlaklarından bir kısmını değiştirmek, daha iyi bir hale getirmek için bir araya gelse, buna im- kan bulamazlar. Daha iyisini ortaya koyamazlar. Onların zahiren ve batınen bütün hal ve hareketleri, nübüvvet kandilinin ışığından alınmıştır. Yeryüzünde ise, nübüvvet ışığından başka aydınlanacak bir nur yoktur.

Hasılı bir tarikat, bir yol ki, ilk şartı olan temizlik, kalpten masivayı, yani Allahu Tealâ'dan başka her şeyi çıkarmaktır. Bunun anahtarı, kalbin daima Allahu Tealâ'yı anmakla meşgul olmasıdır. Bu hal, namazdaki iftitah tekbiri mesabesindedir. Neticesi, tamamen Allahu Tealâ'nın varlığında yok olmaktır. Böyle bir yol hakkında başka ne söylenebilir.

Allahu Tealâ'nın varlığında yok olmanın son mertebe sayılması, başlangıçta istek ve irade ile yapılabilen hallere göredir. Yoksa aslında o fena makamı, tarikatın başlangıcıdır. Ondan önceki haller, bu yolun yolcuları için, sokak kapısı ile evin asıl kapısı arasındaki avlu durumundadır. Tarikatın başlangıcından itibaren keşifler, müşahedeler başlar. Hatta öyle olur ki, salikler (tarikat yolcuları) uyanıkken melekleri, Peygamberlerin “aleyhimusselam” ruhaniyetlerini görürler. Sözlerini işitirler ve onlardan pek çok faydalar elde ederler. Daha sonra onların ruhaniyetlerini ve sûretlerini görmekten öyle yüksek derecelere yükselme hali hasıl olur ki, bunu sözle anlatmak mümkün değildir. Kim o hali anlatmak isterse, sözünde sakınılması imkansız açık hatalar olur. Hülasa iş, Allahu Tealâ'ya o kadar yaklaşmak derecesine varır ki, bir zümre Allah ile birleştiğini, bir zümre Allaha vasıl olduğunu tahayyül eder. Bunun tamamı hatadır. Niçin hata olduğunu (EI-Maksad-ul-Aksa) kitabımızda açıkladık. Kendisinde bu hal meydana gelen kimse:

Aklıma getirmediğim şey oldu,

Aslını sorma, iyi zanda bulun.

Manasında olan beyte uyarak, fazla bir şey söylememelidir.

Netice olarak, tasavvuf ehlinin yolunda ilerleyip, bu yola zevk ile vakıf olmayanlar, nübüvvetin hakikatini anlayamazlar. Sadece ismini bilirler. Evliyadan hasıl olan kerametler, Peygamberlerden ilk zamanlarda hasıl olan hallerdir. Peygamber efendimiz “sallallahu aleyhi ve sellem”, Peygamberliği bildirilmeden önce, Hira dağına çekilip, insanlardan uzak kalarak, Allahu Tealâ'ya ibadet ettiği sıradaki hali böyle idi. Hatta araplar, Muhammed “sallallahu aleyhi ve sellem”, Rabbine aşık oldu, dediler. Bu öyle bir haldir ki, ne olduğunu o yolda ilerlemiş olanlar, onu zevk ile, tadarak anlarlar. Bu zevki tatmayanlar, tasavvuf ehlinin sohbetinde bulunarak, tecrübe ede ede ve işite işite hallerin alameti ve delaleti ile anlarlar. İşte tasavvuf ehli ile birlikte bulunanlar, onların bu yakini halinden istifade ederler. Onlar öyle kimselerdir ki, sohbetlerinde bulunanlar, dalalette kalmaz. Sohbetlerinde bulunma şerefinden mahrum kalanlar, (ihya-u ulumid-din) kitabımızın “Acaib-ul-kalb” kısmında bahsettiğimiz gibi, aklî delillerle bunun mümkün olduğunu yakinen anlarlar. Bu halleri, aklî delillerle incelemek ilimdir. O haller ile hallenmek ise zevktir, tatmaktır. Husn-i zan ve tecrübe ile kabul etmek imandır. İşte bu, ilim, hal (zevk) ve inanmak olmak üzere üç derecedir. Allahu Tealâ, Kur’an-ı Kerim'de Mücadele suresi 11. ayet-i kerimesinde mealen, (Allah sizden îman edenleri ve kendilerine ilim verilenleri derecelere yükseltir...) buyurdu. Bu üç dereceye kavuşanların dışında kalan bir takım cahil kimseler vardır ki, bu halleri inkar ederler. Böyle sözlere şaşarlar ve alay ederler. Bunlar ne hezeyanlar yapıyorlar derler. Bunlar hakkında Allahu Tealâ, Peygamber efendimize “sallallahu aleyhi ve sellem” mealen şöyle buyurdu: (O münafıklardan seni dinlemeye gelen de var. Hatta senin yanından çıktıkları zaman, (Eshab-ı kiramdan) kendilerine ilim verilmiş olanlara söyle derler: O biraz önce ne söyledi? (Böylece alay ederler). Bunlar öyle kimselerdir ki, Allah kalplerini mühürlemiştir de, hep hevalarına uymuşlardır.” (Muhammed suresi: 16. ayet-i kerimesi.)

 

DERS VERMEYİ TERK ETTİKTEN SONRA, TEKRAR DERS VERMEYE BAŞLAMAMIN SEBEBİ:

On seneye yakın uzlet ve halvet halinde, yani insanlardan uzak, yalnız yaşadım. Bu zaman içinde sayamayacağım birçok sebeplerden dolayı, bazen zevkle, tadarak, bazen aklî delil ile, bazen de imanımla anladım ki, insan, beden ve kalpten yaratılmıştır. Kalpten maksadım, ölülerde ve hayvanlarda da bulunan yürek değil. Allahu Tealâ'yı tanımaya mahsus ruhun hakikatidir. Bedenin bir sıhhat hali vardır ki, saadeti ona bağlıdır. Bir de hastalık hali vardır ki, helak olmasına sebeptir.

Kalbin de sıhhat ve hastalık hali vardır. İnsanlar için, [Şu’ara suresi, 89. ayetinde mealen], (Ancak selîm ve pak bir kalp ile Allah'ın huzuruna varanlar kurtulur) buyurulmuştur. Kalbin hastalığı da vardır ki, insanın dünyada ve âhirette ebedî helakine sebep olur. Allahu Tealâ Kur’an-i Kerim'de [Bakara suresi, 10. ayetinde] mealen, (Kalblerinde hastalık vardır) buyurdu. Allahu Tealâ'yı tanımamak öldürücü zehirdir. Nefsin arzularına uyarak, Allahu Tealâ'nın emirlerini yapmamak, kalbi öldüren bir hastalıktır. Allahu Tealâ'ya itaat ise, kalbi diriltir. Nefsin arzularına muhalefet ederek taatte bulunmak, kalbin hastalığına şifa veren ilaçtır. Beden hastalığını gidermek, ilaçlarla tedaviye bağlı olduğu gibi, kalp hastalığının tedavisi de birtakım ilaçlarla mümkündür. Bedenin tedavisi için kullanılan ilaçların tesirleri, akıl ile kavranamayan özelliklerdendir. Nübüvvete mahsus özelliklerle varlıkların özelliklerini anlayan ve Peygamberlerden gelen bilgilere sahip olan tabipleri taklit etmek lazım olur. Bunun gibi, bana zaruri bir ilim olarak malum oldu ki, Peygamberler tarafından miktarları belli edilen ibadet ilaçlarının da tesirleri, akıl ile idrak olunamaz. Bunları akıl ile anlamaya uğraşmamalıdır. Nübüvvet nuru ile idrak eden Peygamberleri taklit etmek, emirlerine uymak lazımdır. İlaçlar, çeşitleri ve miktarları başka başka olan, çeşitli maddelerden yapılır. Bir kısım maddeler, diğerlerinin iki katı olur. Bu sebepsiz değildir. Özelliklerine göre, böyle olması icap eder. Kalp hastalıklarının ilacı olan ibadetler de, böyle miktarı ve çeşidi değişik olan hareketlerden ibarettir. Secde, rükû'nun iki katıdır. Sabah namazı, ikindi namazının yarısı kadardır. Böyle olmasında ilahi bir sır vardır. Bu sır, ancak nübüvvet nuruyla anlaşılabilen bir özellik cinsindendir. İbadetlerin bu durumları için, akıl yoluyla hikmet ve sebep arayanlar veya bu özelliklerin ilahi bir sırra dayanmadığını, tesadüfen bir şey olduğunu zannedenler, ahmaklıklarını ve cahilliklerini ortaya koymuşlardır. İlaçlarda onları meydana getiren bir takım temel maddeler vardır. Bunlar, temel unsurlar sayılır. Bir de ilaçları hazırlarken, bazı hususlar göz önünde tutulur. Bunlar da ilaçların temel maddelerinin tesirini göstermesi için, yardımcı maddelerdir. Bunların da her birinin ayrı bir yeri vardır. Bunun gibi, sünnetler ve nafileler asıl rükünleri (farzları) tamamlayıcıdır.

Hülasa peygamberler, kalp hastalıklarının tabipleridir. Aklın faydası ve işi, bize peygamberleri tasdik ve şehadet ettirmektir. Nübüvvet nuruyla idrak edilen sırları anlamaktan aciz olduğumuzu itiraf ettirmektir. Bizi elimizden tutup körleri rehberlerine, şaşırıp kalmış olan hastaları şefkatli tabibe teslim eder gibi, nübüvvete teslim etmesidir. İşte aklın yapacağı iş, bu kadardır. Bundan ötesine geçemez, karışamaz. Ancak tabibin kendisine söylediğini bize haber verir. Bu meseleler; halk arasından uzaklaşıp, yalnız yaşadığım müddet içinde adeta gözle görür gibi kesin ve zarurî bir tarzda anladığım meselelerdir.

Diğer taraftan, nübüvvetin var olup olmadığı ve mahiyeti hususunda, Peygamberlerin bildirdiği hükümlerle amel etmekte, insanların itikadının zayıfladığını gördüm. Bu durumun, halk arasında yaygın halde olduğuna şahit oldum. Halktaki gevşekliğin ve iman zayıflığının sebeplerini araştırdım ve buldum. Bunlar dört sebeptir:

Birincisi: Felsefe bilgileri ile meşgul olanlardan kaynaklanan sebeptir.

İkincisi: Tasavvuf yoluna mensup olanlara dayanan sebeptir.

Üçüncüsü: Talim iddiasına (İsmailiyye'ye) mensup olanlara dayanan sebeptir.

Dördüncüsü: Halk arasında alim diye tanınmış kimselere dayanan sebeptir.

Bir müddet de halkın durumunu araştırdım. Dinin emirlerini yerine getirmekte kusur edenlere, bunun sebeplerini sordum. Niçin şüphe ettiklerini, itikatlarını ve kalplerindeki düşüncelerini araştırdım.

Böyle kimselere: Niçin dinin emirlerini yapmıyorsun? Eğer âhirete inanmıyorsan ve hazırlanmıyorsan, onu dünya karşılığında satıyorsan, bu hal ahmaklıktır. Çünkü sen, ikiyi bire karşılık değişmezsin. Nasıl oluyor da, ebedi âhiret hayatını, bu geçici dünyaya karşılık değişiyorsun. Eğer âhirete inanmıyorsan, imanın yok demektir. İmana kavuşmak için derhal tedbir al, nefsine hakim ol, içinde saklı olan küfrün sebebini araştır. Gerçi sen kalbinde saklı olan küfrü açıkça söylemiyorsun, sadece kendini iman sahibi ve dine bağlı gibi göstermekle, küfrünü açığa vurmamak faydasızdır, diyordum.

Bazısı buna şöyle cevap veriyordu: Dinin emirlerini yerine getirmek hususunda alimlerin bizden daha çok dikkat etmeleri lazımdır. Faziletli diye şöhret bulanlardan falan kimse, namaz kılmıyor. Falan kimse, şarap içiyor. Falan, vakıf ve yetim malı yiyor. Falanca da haramlardan sakınmıyor. Bir diğeri de rüşvet alıyor ve saire.