Kemalizmin 'Târih Tezi' ve 'Güneş-Dil Teorisi' hurâfeleri (96)
“Kıymetli insanlarımız, [bu Totaliter Düzende] susuz kalmış gül gibi solmuşlardır”
“Hayır,
hiç biri eksik değil. Son devirde, Türkiyemiz Garb ile çok sıkı bir kültür
münasebeti kurmuştur. Muhtelif Avrupa merkezlerine yüzlerce Türk genci gitmiş
ve bunların bir çoğu kıymet kazanarak dönmüştür. Fakat bu kıymetlerin ekserisi
burada susuz kalmış gül gibi solmuştur.
“Niçin?
Burada eksik ne idi?
İlim
adamı, İnsan Haklarının hüküm sürdüğü vasatta yetişir
“Üç
kelime ile: Hava, iklim, muhit.
“Herkes
bilir ki ilim, kudret helvası gibi, gökten inmez. Âlim ot gibi yerden bitmez.
Âlim yetişmek için, manevî bir hava, iklim ve muhit ister. Herkesin bilmesi lâzımdır
ki, emniyet, hürriyet ve adalet olmayan bir yerde, ilmin istediği hava, iklim
ve muhit yoktur. Bunların yok olduğu yerde ise, hizmet, feragat ve hasbîlik
yoktur. Bunlarsız da ilim hayatı doğmaz ve âlim yetişmez.
Hâl̃buki, Türkiye’de, “bütün memlekete korku hâkim
oldu; kanâat̃leri
uğruna adamlar asıldı; düşüncelerini açıkça söylediklerinden dolayı, ordinaryüs
profesörler, kürsülerinden kovuldu…”
“İnsaf
ile düşünürsek, biz bu topraklarda emniyet, hürriyet ve adalet nimetlerimizi
devamlı bir surette tatmak bahtiyarlığından mahrum yaşadık. Emniyet ve hürriyet
güneşi, bu vatana hiç doğmadı değil; fakat doğmasiyle batması bir oldu. Ve
hemen ortalığı kara bulutlar bürüdü. Memleket bir korku havası içinde boğuldu.
Kanaatleri uğruna adamlar asıldı. Düşüncelerini açıkça söylediklerinden dolayı
Ordinaryüs Profesörler, kürsülerinden kovuldu. Kimi selâmeti sürgünde buldu,
kimi senelerce mevkuf yaşadı.
“Bu
şartlar altında ve bu hava ve iklim içinde, sen neye ilim adamı olmadın? diye
sormak, fırtınaya tutulmuş, altı üstüne gelmiş bir geminin yolcusuna, neye
öğürüyorsun? diye sormak kadar abestir.
Tam
tekmîl İnsan Haklarının hüküm sürmediği bir diyârda “terak̆k̆î olmaz,
medeniyet gelişmez”
“Tekrar
ediyorum, hürriyet ve adalet bir tarafa, insan için en elemanter bir yaşama
şartı olan emniyetin hüküm sürmediği bir yerde, yalnız ilim sahasında değil,
hiç bir sahada hayırlı hizmet olamaz. Hizmet olmayan yerde ise, terakki ve
medeniyet olamaz.
“Tepeden
inme kânûnlarla idâre edilen memleketlerde huzûr bulunmaz”
“Şuna
dikkati çekmek isterim ki, Garbli mânasiyle emniyet, hapishanelerde gardiyan
muhafazası altında yaşayan mahkûmların emniyeti değildir. Haklarına, hürriyet
ve kanaatlerine hiçbir vechile dokunulmayacağı güveninden doğan devamlı bir iç
huzurudur. Tepeden inme kanunlarla idare edilen memleketler, bu huzurdan
ebediyyen mahrumdur. Sorarım, bizde sayısı yedi bini geçen kanunlardan hangisi
tepeden inme, yıldırım kanun değildir? Bu hava ve iklim içinde emniyet aramak,
çölde bir gölge aramak kadar boştur.
“Fikir
adamı için hürriyet ve emniyet, hava kadar mübrem bir ihtiyâcdır”
“Herkes
ve her meslek sahibi için, emniyet ve huzur ihtiyacı, ekmeğe ve suya olan
ihtiyaç kadar hayatîdir. Fakat fikir adamı için havaya olan ihtiyaç kadar
mübremdir. İnsan ekmeksiz ve susuz, kısa da olsa, bir zaman yaşayabilir. Fakat
havasız bir an dahi yaşayamaz.
“Azgın
bir zümrenin tahakkümü altında yaşarken ilim adamı yetişmez”
“Bizde
azgın bir zümrenin tahakkümü altında, fikir adamının hayatı, en huzursuz ve
emniyetsiz bir hayat olmuştur. Bir ilim adamının meslekî emniyeti, vücuda
getirdiği eserin devam edeceğine ve gelecek nesillerin ondan faydalanacağına
inanmasından doğar. Kapanıp göz nuru dökerek vücuda getirdiği eserinin, kısa
bir zaman sonra, bakkallarda kese kâğıdı olacağını bilen bir münevverin, ilim
adamı olmasına imkân yoktur. Onun içinidir ki, bizde fikir adamları, günü
gününe çalışmağa, bilgilerinin meyvesini hayatları içinde toplamaya
koyulmuşlardır.
“Halbuki
ilmî ve ciddî bir eser, sırf onun üzerinde durmak şartiyle, beş on sene sabırlı,
feragatli bir çalışma ile vücuda gelir. Garbde ilim ve medeniyet, bu türlü
çalışmanın mahsulü olmuştur.
Bir Şef
emriyle, bir zümre tahakkümüyle alt üst edilen bir dille ilim yapılabilir mi?
“Fakat
Garbli, bir ömür verip vücuda getirdiği eserinin kısa bir zamanda anlaşılmaz
bir ‘Charabia’ [şarabya] olacağından endişe etmez. Eserinin dilinin bir emirle
veya bir zümre tahakkümü ile alt üst edileceğini aklına bile getirmez.
“Bilindiği
gibi, Fransızca, Lâtince ve Grekçe kelimelerle eski Frank kelime elemanlarından
mürekkep bir lisandır. Fakat hiç bir Fransızın yabancıdır diye, bu kelimeleri
atmak ve yerlerine kelime uydurmak, hayalinden bile geçmez. Ya şu muazzam
Anglo-Amerikan dünyasına ne dersiniz? İnglizce, bir yarısı Fransız, öbür yarısı
Alman kelimelerinden teşekkül etmiştir. Fakat Anglo-Amerikan milleti içinden
hiç kimsenin ve hiç bir zümrenin çıkıp da, bunlar yabancıdır diye Fransız ve
Alman kelime elemanlarını dillerinden atmak, aklından geçmiyor. Çünkü bu
milletler biliyorlar ki, bütün lisanlar tarihen mürekkep elemanlı olarak
teşekkül etmiştir. Ve bugün İngilizce, Fransızca gibi dünyanın en zengin
dilleri, muhtelif elemanlı mürekkep dillerdir.
“Bin
senelik dilini terkedip benim beğendiğim dil ile konuşacak ve yazacaksın,
dediler!”
“Bize
gelince, senelerden beri ardı arkası gelmeyen diktatoryal idareler [Hakîkatte,
bin beteri: Totaliter İdâreler!], tutturdular: Hayır, sen, en az bin senelik
bir tarih içinde, âheste beste teşekkül etmiş, her devirde biraz daha tekâmül
ederek bugünkü güzelliğini, ahengini ve emsalsiz zevkini bulmuş olan millî
dilini bırakacak ve benim beğendiğim dil ile konuşacak ve yazacaksın, dediler.
“Niçin?
Çünkü senin bin senelik dediğin dil, saltanat devrinin dilidir. [Asıl sebeb,
Türkcenin, İslâm kültürüyle yoğrulmuş bir dil olmasıdır.] Tarihe karışan
saltanatla beraber dilinin de tarih olması, Arapça, Farsça kelime elemanlarının
geldikleri yerlere gitmesi lâzımdır.
“Fakat,
saltanat, sırf siyasî bir kadrodur, dil ise içtimaî ve millî bir müessesedir.
Saltanat yıkılır, yerine Cumhuriyet gelir, bununla millî bünye değişmediği
gibi, millî dilin de değişmemesi lâzım gelmez mi? Birbirinden ayrı olan bu iki
şeyi, hangi mantıkla biribirine bağlıyorsunuz?
“Yıkılan
dil ile birlikte ilim ve fikir hayâtı da yıkıldı”
“Netice
ne oldu? Evvelâ yıkılan dil ile birlikte ilim ve fikir hayatı da yıkıldı. En az
yüz seneden önce bu memlekette ilmin ve ilmî tefekkürün dirilmesine imkân
yoktur. Çünkü ilmin yarısı fikir, yarısı da lisandır. Fransızların dediği gibi,
‘Mükemmel bir ilim, mükemmel bir lisandır’.
“Netice
bundan ibaret de değildir: Bugün Türkiye halkı ikiye bölünmüş durumdadır. Bir
tarafta millî dilciler, öbür tarafta uydurmacılar. Biribirini anlamayan, hattâ
biribirine düşman gibi bakan iki zümre.
“Gençler
üniversitede hocalarının, hocalar gençlerin, evde ana babalar çocuklarının
dilini anlamaz oldular.
İlim
için, felsefe için, edebiyat için köklü, istikrârlı, tedâîli bir dil lâzımdır
“Bu
keşmekeş içinde bu memlekette ilim adamı yetişmemesine değil, yetişmesine
hayret edilir. Türkiyede bugün kararını bulmuş bir lisan var mıdır ki, ilim
olsun?
“Ruhun
şâd olsun Şinâsî:
“Bedbaht ana derler ki elinde cühelânın, / Kahrolmak için kesb-i kemâl-ü-hüner eyler!” (Ali Fuad Başgil, “Bizde Niçin İlim Adamı Yetişmez?”, Sebilürreşad, Eylûl 1960, c. 13, sy. 13, ss. 197-199)
(Feridun Kandemir’in Başgil’le Röportajı, Edebiyat Âlemi, 7.7.1949, sayı 12, s. 1)
(https://www.bitmezat.com/urun/2425085/edebiyat-alemi-no-12-
7-temmuz-1949-ali-fuad-basgil-haliyle-sureli-yayin; 2.1.2022)
Ali Fuad Başgil’in, “Haftalık İctimaî, Ahlâkî, Tarihî, Edebî
Gazete” Edebiyat Âlemi’ne verdiği
beyânâttan: “Edebiyat, her şeyden evvel mükemmel bir dil ister. Dil, ilmin
başı, kemâl̃in şartıdır. Artık uydurma dili
bırakıp konuşma diline dönmeliyiz!” El-hakk! Kemalist Uydurma Dille edebiyat,
felsefe, ilim yaptıklarını iddiâ edenlere şaşılmaz mı? Hele bu İsl̃âm ve Türklük düşmanlığı üzerine müesses dilde “Meâl̃” neşredenlerin “Müslümanlığına” ne demeli?