Ki baştan sona ibretti hayat

Geçenlerde Tarihî Yaramada'nın güzel dış mekânlarından birine uğradım. Büyük bir çam ağacı vardı bahçede. Üzerinde "Tarihî Miras" yazıyordu.

Olduğu yerde senelerce hiç kıpırdamadan duran bir ağacın "tarihî miras" oluşu, dünyanın bu zamanlarında hayret vericiydi. İnsan ki, hammaddenin nereden geldiğini unutup, eliyle şekil verdiklerini şahit, üzerine sinenleri delil saymamış mıydı bugüne dek? Nesiller arasında kapışılan hep taşlar, tahtalar ve demir yığınları değil miydi?

Hepsinin içine sinen zamanın ta kendisi, canlı olduğuna delil aramayan bir ağacın içinde yazıyor olmalıydı zaten. Yılların uzayıp gidişine şahit olmuş, sessiz bekçilerin... Dalları alabildiğine genişlemiş ve yere paralel biçimde yükselmeden uzamaya devam etmişti. Büyük olanların her biri destek direklere tutunmuştu. Ve tutunanların üzerinde birkaç kuş yuvası vardı.

Bunca güzellik yetmiyordu da, şehrin yedi tepesinin en güzellerinden birinin yamacından, biricik Kadırga'sından Adalar'ı seyrediyordu. Güney'in puslu rüzgârlarında salınan iğneleri, arada bir düşen kozalakları, seyirde yarışıyordu âlem-i sureti. İnce dalların arasından sicim gibi erimiş rüzgârı uğuldatarak pür neşe ile salınıyorlardı. 

O da yetmemiş, gölgeleri genişlemiş, ayazı susturur olmuştu.

Mağrurdu zamanın acemi insanlarına karşı. Kimse ile bir alıp veremediği yoktu, belliydi halinden.

"İnsan bir ağaçtan ne kadar ibret alabilir?" diye düşünmeden edemiyordum ona baktıkça. Elbet alabildiği kadar alırdı, alamıyorsa da suç değildi. Haberi olduğu kadardan bilmeyi talep edebilen kişi, bildiği kadardan da haberdar değil miydi?

Ki baştan sona ibretti bir ağaç. Tohum olmaktan filizlenmeye, bahardan bahara coşan dallarından göğe yükselmeye, meyve vermeye, nasibini beklemeye, ölmemekte direnmeye ve sabrının selametini görmeye varıncaya kadar...

Bir de ayakta ölebildiği için ibretti.

Bir ağaç varlığı ile yaradılmışlığın bereketli bir manzumesiydi. Her bir yaprak, anatominin ve fizyolojinin küçük bir kesitini veriyordu. Sabit haline denk olan diğer nebatatla haşır neşir, dünyanın bir ayağını çukurdan kurtaran nefesiydi. Kesintisiz hizmet ediyordu uzanabildiği her yere.

O temizlemeliydi, kimseden şükran beklemeden yenilemeliydi. Yerini sevmeliydi. Işığını bulmalıydı. Bulutlarla, rüzgârla ahbap olmalı, nasibini istemeliydi. Yapması gerekenleri yapabildikçe kimseye küsmemeliydi. Ne kadar budanırsa budansın, yaşamak için bir filizin boy vereceği zamanı kollardı.

İşi büyümek, gelişmek ve görevlerini aksatmamaktı. Çünkü o, Yaradan'a böyle şükrediyordu. Ne çare ki arada bir nefesini kesen insana darılıyordu.

Üzerine "Tarihî Miras" yazmışlardı. Övüldükçe genişlemiş, genişledikçe övülmüş diye düşünüyordum ona baktıkça. Ellerime bakıyordum sonra. Övülerek yaratılmış bu bedenler yeterince övebildi mi Yaradan'ı, diye düşünüyordum. İbret, yetiyordu anlamaya.

Ellerden miras olmazdı, ama eller miras bırakırdı. İyi de, ne olmalıydı bu miras?

Ağaç kendini miras bırakmıştı. Yudumladığı görüntülerin, seslerin, rüzgârların, zamanların hepsi içine hapsolmuştu. Sükûneti temsil ediyordu, hiç yorulmadan aynı yerde durabilmeyi, ölmemenin azmini...

Her insan yudumluyordu anları, anların içindeki varları ve yokları... Lakin hiçbiri içine hapsolmuyordu. Bir gün, bir yerde kendi silsilesinden anlarla buluşuyor, yaşanmışlıklar ahenkle bütünleşiyorlardı.

İnsan tecrübeye malikti. Bildiklerinin birçoğundan böyle haberdar olabilmişti. Birçok buluşma vardı bir ömür içinde. Geride duranları çağıranlar vardı, unutulanları hatırlatanlar vardı. Hep bir vesile vardı bilmeye, öğrenmeye, anlamaya ve bir eser sunmaya...

Ya sabrı nereden öğrenecekti?..

Ona da yer vardı fıtratında... O saklı çıkının bağını çözmekle aceleci acemiliğini kovacaktı.

Ellerin henüz tanışmadığı ezberlerden, miraslar doğacaktı. O miras, bugünden süzülmüş ve damıtılmış başarılarla hataların yontusu olacak, yaradılış gayesi ile sınanacaktı.

Ki baştan sona ibretti bir hayat.