09 Ocak 2017

Klasik sanatların eğitimini Kültür Bakanlığı vermeli

On Ayık Kursla Sanatçı Olunmaz

Başarılı gazeteci dostum, büyüğüm Şamil Kucur, ‘İstanbul Gazetesinde' haftalık röportajlar yayınlıyor. Her yaptığı röportaj bir birinden kıymetli. Geçtiğimiz günlerde on parmağında on marifet olan üstadlarımızdan olan Hattad – Ebru Sanatkarı Fuat Başar ile yaptığı söyleşiyi kültür sanatla ilgilenen herkesin dönüp dönüp okuması lazım. Değerli dostumu ve muhterem hocamı tebrik ediyorum.

Bu güzel söyleşinin daha geniş kitleler tarafından okunması için bu haftaki yazımda sevgili Şamil Kucur abimizin izni ile bazı önemli bölümleri siz değerli okuyucularıma aktarmak istiyorum.

Tıp Doktorluğuna Niyet Sanatkarlığa Kısmet

Tıp Fakültesi öğrencisi iken, hattat Hamid Aytaç ve Mutafa Düzgünman ile tanışabilmek için İstanbul'a gelir Fuat Başar ve tıbbı bırakıp sanata aşık olur adeta. “Niyete bak, gayrete bak, bir de akıbete bak” diyen Fuat Başar' 41 yıldır sanat içe içe yaşıyor artık.

Merak ve Aşk Olmadan Hiçbir Şey Olmuyor

O yıllarda ailem değil, çevrem değil Erzurum'da, ‘Hat' kelimesini bilen yok. ‘Ebru' nedir bilen yok. Öyle bir ortamdayız. Tıbbiyede öğrenci iken, kitap okumaya meraklıydım. Kışın ders zamanları fakülteye pek uğramam, tabii ki, derslerin çoğundan devam mecburiyeti var, ikmâle kalırdım. Yazın oturur bir ay çalışır, dersleri toparlar verirdim. Demek ki, ruhumuz başka birşeyler ile meşguldü. O aralar, ‘Kâlem Güzeli' isimli bir kitap yayınlanmış. Uğur (Derman) Bey hazırlamış. Ben ise bilim adamı olacağım ya, liseli yıllarda atom fizikçisi olmak isterdim. ‘Bilim ve Teknik' dergisinin ilk sayısından itibaren alanlardanım. Aslında başarılı bir öğrenciydim ve üniversite sınavında da başarılı oldum. Ama 8 kardeşiz ve Erzurum'da, atom fizikçiliği yok, ailemin Erzurum dışarsında, okutacak gücü de yok. Ve sonuçta girdik tıbba. Niyete bak, gayrete bak ama bir de âkîbete bak. Hayatımızın özeti budur. O, ne demiş ise, o oluyor. 1976 senesindeki işte, o kitapta (Kalem Güzeli), Neyzen Emin Efendi'nin, bir şaheser istif üzere yazdığı, ‘Şüphesiz ki, sen büyük bir ahlâk üzeresin', hâkikaten şaheser bir yazı idi. Özellikle onu hatırlıyorum, o çizgiler, o kompozisyon, beni almış, götürmüş bir yerlere. İşte o an, Cenâbı Hâk, bu âşkı gönlümüze düşürdü ve vazife başına, marş marş dedi. İşte o zaman, kendime vazife edindim ki, Cenâb ı Hak da, bir işi birine nasib edecekse, önce merak ve aşkı gönlüne düşürür. Diğer herşey, onun peşine dayanıyor. Şimdi aşk; bir fabrikanın çalışması için, ekipmanlar, personel filan değil. Oranın çalışması için gerekli olan, enerji ki, aşk öyle bir şey. Şimdi, personel olsa da çalışmıyor. Merâk ve aşk olmadan hiçbir şey olmuyor. Ve görevi üstlendik. Önce yazı. Tabi daha sonra öğrendim yazıda, bir Hamid Bey (Aytaç), Ebru'da ise, Mustafa Düzgünman'ın ismini öğrenebildim. İkisi de, İstanbul'da. Bu iki isim de, bu işin son adamları. Ve bu zatlara yetişmem lazım diyerek, mesleği bırakmaya karar verdim ve tıp eğitimimi sonlandırdım.

İstanbul'da hiçbir tanıdığım yok, bir gelirim yok, nerde kalırım, ne yerim, ne içerim? Bu manada Hamit Bey ile hayatım paralel gidiyor. İşte geldim İstanbul'a ve hiçbir şey düşünmedim ki, rızık Allah'dan. Geldik yokluklar, sıkıntılar içinde çabaladık, çalıştık, gayret ettik. Baktık ki, bu gün 41 yıl geçse de, hâla öğreniyoruz. Ama İstanbul'a ilk geldiğim yıllarda, o devrin farklı sahalarındaki, hocaları ile görüştük, derslerine, muhabbet meclislerine iştirak ettik, istifade etmeye gayret ettik. Emeklerini, hizmetlerini unutmak mümkün değil.

‘Canı yanmış Eşek, Attan Hızlı Koşar'

1977'de, o kitabın reklamını (Kalem Güzeli) bir gazetede gördüm ve hemen temin ettim. Elime ilk aldığımda sayfaları çevirmeye başladım ve ben bu işi mutlaka öğrenmeliyim dedim. İlk hocam rahmetli Hattat Hamit Aytaç'tır. Asıl adı Musa Azmi'dir. 1978 yılından itibaren, mektuplaşarak dersler almaya başladığım, rahmetli Hamit Bey'den, 1980 senesi, 10 Eylül'ünde, icâzet almak nâsib oldu. Bu arada Osmanlıca'yı da öğrenmiştim. Topu topu benim, Osmanlıca'yı çözmem ve öğrenmem, 3 saat sürdü. Meşhur bir söz vardır ‘Canı yanmış eşek, attan hızlı koşar', hâfıza kanalları açılıyor.

80'li Yıllarda Hat Sanatı İle Uğraşmak Çok Zordu

Harf İnkılabı Kanunu yürürlükte ve 12 Eylül İhtilali yönetimde, biz de eski harfler ile yazıyoruz ya, kaçak yazıyoruz. Görüldük mü, hasbel kader, Harf İnkılabı Kanununa muhalefet ediyorlar diye, bir dava açılsa, biz onun sanat olduğunu, ispat edene kadar, tilkinin dediği gibi, post elden gider. Neyse 1985'lere kadar böylece geldik. İstanbul'da, yazıp çizenler ara ara toplanıyoruz, IRCICA'da cumartesi günleri toplanıyoruz. En kalabalık olduğumuz, toplam 14 kişi idi. Bu kişilerin de çoğu bugün rahmetli olmuşlar. IRCICA bu işi ele aldı. O günün siyasi şartları, kimsenin sanata sahip çıktığı yok. IRCICA sahip çıktı ve ilk uluslararası Hat Yarışmasını başlattılar. Allah tuttuğunu kolay getirsin. Hatta çok büyük hizmetleri, emekleri geçti. IRCICA'nın, o hizmetleri halen de devam ediyor. Erzurum'da iken 1986'da yokluklar altında, dersler verdiğimiz talebeler, birinci oldular, dereceleri paylaştırdılar, uluslararası sahada bu iş canlandı.

 Klasik Sanatlarımıza Karşı Cinayet İşleniyor

Hattat ve ebru sanatkârı Fuat Başar, Türkiye'de, bakanlıklar eli ile uygulanan yanlış politikalar nedeniyle klasik sanatlarımıza karşı yıllarca cinayet işlendiğini dikkat çekiyor. Başar, “Bu iş Kültür Bakanlığı'nın işidir” diye de ekliyor.

Hattat Hamit Aytaç'dan Hat ile Ebru Sanatkarı Mustafa Düzgünman'dan Ebru icazetnameli, Hattat ve Ebru Sanatkarı Fuat Başar, sanat hayatının 41'inci yılında inanç, sanat, ahlak, edeb, çağdaş sanat, sanatta klasik-yenilikçi tartışmaları, devlet ve yerel yönetimler ve akademi ile sanat ve sanat eğitimi hakkında, belki de, bu güne kadar hiç konuşmadığı kadar önemli açıklamalarda bulundu.

Klasik Sanatların Eğitimini Kültür Bakanlığı Üstlenmelidir

Klasik sanatlarının eğitimi, Kültür Bakanlığı aracılığı ile olması gerekirken ama kurs zihniyeti ile değil, bu iş Kültür Bakanlığı'nın görevi iken, Milli Eğitim Bakanlığı'na ve bu bakanlıkta da Halk Eğitimine verilmesi, bana göre cinayettir. Çünkü bu bir ayakkabı tamirciliği değil ki. Bu bizim klasik sanatlarımızdır ve ancak bir ömür verilir ise çıraklığa adım atılabilinecek derecede, çok önemli bir sanatlardır. Bakanlığın yapması gereken, önce nasıl yapılmalı, nasıl yapmalıyız diye, sorulmalı, bu işin ustaları, üstatları çağrılmalı ve bir müşavere heyeti kurulmalı.

Klasik Sanatlar Kurslarla Değil Usta Çırak İlişkisi ve Edeble İle Öğrenilir

Günümüzdeki kurs ve akademi zihniyetinde, esas olarak, tabir caiz ise maddi ve materyalist, kaideler göz önünde bulunduruluyor. Bu tespit önemli, acı ve belki de biraz sert ama bu budur. Kim ne derse desin, bu düşüncelerimin, arkasındayım. Akademik zihniyet ile kurs zihniyeti ile sanatın, ne öğrenimi olur, ne de öğretisi. İlla ki, usta çırak münasebeti içinde, işin görünen tarafının, daha da ötesinde, gönül bağı, inanca, edebe, irfana dayalı, bir talim ve taallüm, olmaksızın sanatın yürütülmesi mümkün değil. İnanç da, baştan aşağı ilimdir, sanat da baştan aşağı edebdir. İlmin temeli de, baştan aşağı inanç ve edebden olmak, zorundadır. Bunun dışına çıkıldığında, ilim teknolojiyi doğurur, teknoloji insanları ortadan kaldırmaya yöneliktir. Bu sözler çok ağır sözler ama gördüğümüz, tespit ettiğimiz için, olan hadise budur.

Ego, Bencillik, Kıskançlık Bizim Sanatımıza Yakışmaz

Ego şeytanlığın başlangıcıdır. Şeytan Allah indinde kıyamete kadar, sürülmüş bir yaratıktır. Bir insan bir sanat ile bir ilim ile uğraşıyorsa, cehlini anlamaya yöneliktir. Günden güne artan hüneri, mahareti, şöhreti arttıkça, önündeki imtihanlar daha da artar. Eğer nefsaniyetinizin esiri oluyorsanız, o ilimde zaten önünüzde kaybolup gider. Bu iş böyle bir şeydir, ilim bir insana cehlinin derecesini göstermek için vardır. Söylerler ki; Hz. Ali Efendimiz, kürsüde vaaz verirken, cemaatten bir kişi diyor ki; ‘Sen o kürsüye çıkıp, konuşacak derecede, ilim sahibi misin?' Ama aldığı cevap çok enteresan; ‘Bildiklerim, beni ancak, şu kürsü yüksekliğine kadar çıkarttı. Ama cehlim beni buraya çıkartacak olsaydı, başım ta arş ı alaya değerdi' Hakkında ‘İlmin kapısıdır' vasıflandırmada bulunuyor Peygamber Efendimiz. Ona rağmen, O bunu söylüyor.

İslam yazısını ilk ortaya çıkartıp, güzelliğini Müslümanlara gösteren, Hazreti Ali Efendimizdir. Bu daha sonra, Müslüman Türkler ele almış ve Şeyh Hamdullah olmuştur. Cenab ı Hak, ona da, 0 mertebeyi de, lütfetmiş. Yazıyı derlemiş, toparlamış, güzelleştirmiş. Ama yazıyı ben derledim, toparladım, iddiası hiç yok. Eski ustaların hepsinin söylediği şudur; ‘Bu iş, başlı başına bir ilim' ama biz şimdi maalesef sanat diye adlandırıyoruz. Yazı sanatı, İslam Yazı Sanatı diye adlandırmak yanlış. Bunun asıl ismi ‘Hüsn ü Hat İlmi'dir.

On Aylık Kursla Sanatçı Olunmaz

Günümüzde sanat şöyle anlaşılıyor. ‘Filan kursa gittim, 10 ay, sertifikamı aldım. Kültür Bakanlığı'nın, sanatçı tanıtım kartı komisyonun önünde…' kartta verecek, röportaj verelim, ‘Ben devlet sanatçısıyım', diye röportaj verenleri gördük. Sanat vallahi hiç böyle bir şey değil. Sanatın, ilimden ayrılan tarafı da asla olmamıştır. Dinden ayrı hiçbir tarafı yoktur. Bunların hepsi bir bütündür.

Batı Dünyası, habire din sanat çatışması çıkarmaya çalışıyor. Bana sorulursa bu bir geri zekalılıktır. İşi düşünmemekten kaynaklanıyor. Sanat, din, ilim, inanç, hepsi bir bütündür. Ve inancın temeli edebdir, o sanatı o hüneri, kendine kimin nasib ettiğini, onun şuuruna varmaktır. Onun müsaadesi ile bu işi yaptığını bilmektir. Sonra bütün kainata bakın, zerrede kürreyi, herşeyi aklımızın almayacağı estetikler, ölçüler, güzellikler, o ölçüleri yakalamaya çalışmak ve yaptığın işi ona göre güzel yapmak, işte o noktada ilim başlıyor.

Bakın Sanatkar Kimdir

Cenab ı Hak'kın, birkaç isminin tecelligahı olmuş, Yaradanı'nı tanıyan, yaptığı şeyi, Cenab-ı Hak'kın emri doğrultusunda, güzel yapmaya çalışandır. İşin özeti budur. Zaten ibadet olarak görürse sanat olur. Ve bir de şu, Hadis-i Şerif, ‘Cenab ı Hak, güzeldir, güzeli sever.' Bir Müslümanın yaptığı her iş güzel olmak zorundadır. Sanatın en başı doğruluktur. Önce yaptığı işin, doğru olması lazım.

Sanat Emanettir

Bu bir emanettir, el ele, omuz omuza, sırt sırta götürülecek bir enettir, çok da mübarek bir emanettir. Bizim şunlarla uğraşmamızın gayelerinden birisini söyleyeyim, ben kendi nefsim için söyleyeyim, biz Cenab ı Hak'kın, beş kuruşluk bile değeri olmayan kuluyuz. Mahşer günü, sorgu sual görülürken, beklentimiz şu; ‘Elli gram sevabı yok, baştan aşağı günah.' Dendiği zaman Allah buyursa ki; ‘O kulum dünya hayatında iken, yazı yazardı, benim ismimi güzel yazdı. Ben sevdim, benim ismimi güzel yazan kulumu, güzellerden yazın, cennete götürün.'  Vallahi billahi, ümidimiz budur. Ne alkıştır, ne paradır, ne puldur, ümit odur.

FUAT BAŞAR KİMDİR?

7 Mart 1953 senesinde Erzurum'da doğdu. Atatürk Üniversitesi Tıp Fakültesi'ni okudu. 1977 yılında ebru sanatına olan ilgi ve merakıyla Mustafa Düzgünman'a mektup yazarak ebru çalışmalarına başladı. Aynı dönemde Hamit Aytaç ile de mektuplaşarak hocadan Hat dersi almaya başladı. 1980 senesinde sanat aşkını tıp öğrenimine tercih etti ve hocalarından feyz alabilmek için İstanbul'a geldi.

1980 senesinin 10 Eylül'ünde Hamit Aytaç Hoca'dan hat icazeti aldı. İcazet almasına rağmen vefatına kadar hocasının dizinin dibinden ayrılmadı. 1989 yılının 10 Eylü'ünde ise büyük ebru ustası Mustafa Düzgünman'dan, biri Osmanlı Türkçesi olmak üzere üç ebru icazeti aldı. Hocalarının vefatı ile kendi atölyesini kuran Fuat Başar, bu tarihten itibaren profesyonel ebrucu ve hattat olarak hayatını sürdürmektedir. Günümüzde Türkiye'nin her bir köşesinde icazetli talebeleri ebru ve hat sanatını öğretmektedir.

Dünya çapında birçok hattat ve ebru ustası yetiştiren sanatçı, 350'nin üzerinde kişisel ve karma sergiye iştirak etti. Uluslar arası birçok sanat faaliyetine katıldı. Amerika, Almanya, Japonya, Malezya ve diğer birçok ülkede ebru sanatı tanıtımında bulundu. Yıldız Teknik Üniversitesinde ebru fizikokimyası konusunda çalışmalarda bulundu. Ebru konusunda yayınlanmış kitabı ve birçok makalesi vardır. Çok sayıda radyo ve televizyon programına katılan, yerli ve yabancı belgeselleri, röportajları, çeşitli dergi ve gazetelerde yazıları olan Fuat Başar, birçok kitabın hazırlanmasına da katkıda bulunmuştur.

Eserleri dünyanın birçok müzesinde, yurt içi ve dışındaki koleksiyonerlerde bulunmaktadır. Japon İmparatoru, Malezya başkanı, Suudi Arabistan Kralı Faysal başta olmak üzere, birçok devlet başkanı ve bakanın da tuğralarını çekmiştir.