19 Ağustos 2017

Kulluktan vatandaşlığa düşmek

Geçen Pazar Abbas Pirimoğlu'nun köşesindeki yazısında bahsetmesi üzerine Lütfi Bergen'in “Kul Hakları - Hukuk ve adalet tasavvuru için deneme” adıyla yeni bir kitabının çıktığını öğrenmiş oldum. Bazı kitaplar ve makaleler sadece başlıklarıyla bile yeteri kadar ufuk açıcıdır. Lütfi Bergen'in kitabı için yaptığı adlandırmanın da bu hususiyeti taşıdığını düşünüyorum. Bu konu, daha önce bir iki tefekkür meclisinde kulluk-vatandaşlık mukayesesiyle ilgili yaptığım sunum ve değinileri yazıya dökme isteğimi bana tekrar hatırlattı.

Zihnimde bu meseleyi ateşleyen ilk kıvılcım bin yıl tevhit davasının alperenliğini yapan ulu hakanlarımızın, tebaalarına karşı “kulum/kullarım”  ifadesini kullanması olmuştu. Hayatlarını bir cenk meydanında bırakma hayalinin bir gün hakikat olması ümidiyle yaşayan ve sanki topraktan değil de saf cesaretten yaratılmış hışımlı kurtlar gibi yaşayan kumandanlar, her zaman hakkı söylemek konusunda alabildiğine pervasız ak sarıklı âlimler de onlara karşı kendilerini takdim ederken “kulunuz” ibaresini hassaten söylüyorlardı. Bu durumu onlardaki billurvari mümin hassasiyetine hiç yakıştıramadım. Bu müeddep Müslümanların tertemiz imanlarına, kibrin ve zilletin bu kadar dolaysız bulaşmasını hem kabullenemiyor hem de anlayamıyordum. Tâ ki aslında padişahlarımızın haşyet ve hürmetlerini kibir, tebaanın da izzetini, padişahlara karşı denklik ve mesuliyet ihtarlarını tam tersinden zillet olarak okuduğumuzu yani aslında marazi ve oryantalist bir koşullanmayla zihinlerimizin sakatlanmış olduğunu fark edinceye kadar.

Halbuki “kul” sözcüğüyle bir müslüman neyi kastediyorsa onu söylüyorlardı. Yani ademoğlunu, hiyerarşik olarak taşıyabileceği en yüksek makam üzerinden anıyor ve bu makam üzerinden tüm muhataplarına, tüm taraflara insanın dokunulmazlığını, yeryüzündeki ulvi oluş gayesini hatırlatıyorlardı. Bir kral “insanlarım” derken nasıl onların insanlıklarının sahibi olduğunu söylemiyorsa, bir hakan da “kullarım” derken onların kulluklarının sahibi olduğunu söylemiyordu. Ama onların Alemlerin Rabbi tarafından ubudiyet ve sınanma için yaratıldığını, sahiplerinin Allah olduğunu, onların kulluk sürecine hasbelkader refakatle mükellef olduklarını, önce kendilerine, sonra herkese hatırlatıyorlardı. Onların hakkı hakların en azizi, ihlâli en bağışlanmayanıydı; kul hakkıydı! Padişah ya da çeri hepsi kullukta denkti. Kimi kapıda, kimi tahtta kendileri için takdir edilmiş kulluk imtihanlarını veriyorlardı. Tebaanın hünkâra “kulunuz” demesinde belki ateşten denizleri mumdan gemilerle geçen şairlerin, saygıya ilişkin abartılı bir mecazı ve çağrışımı da vardı. Ama gerçekte bu sözle yapılan, bir mesafe ayarı, sahiplilik ve herkesçe hesap verilecek olunmasına ilişkin ihtardı. Tebaayı yani halkı oluşturan fertlerin her biri, ister mümin ister kâfir olsun, kuldu. Sahibi Allah'tı! Yaratılanın en şereflisi ve dokunulamazıydı.

Bu üç harflik tanımlamaya ontolojinin tüm kodları yüklenmişti. Bu üç harfin üstünde meleklere yeryüzünde bir halife yaratacağım diyen Allah, Adem'e secde eden melekler ve dudakları surda bekleyen İsrafil vardı. Yerinden sökülüp savrulacak dağlar, buharlaşacak deryalar, bir mızrak boyu yaklaştırılacak güneş vardı. Bir kırık tarağından gayri dünyalığı olmayan İsa'nın huzurunda, rüzgarlara, cinlere hükmeden ve ihtişamı tekrarsız hükümranlığın sahibi Süleyman gözlerini yerden kaldırmazdı. Çünkü onlar ne de güzel kullardı.

Bizim elimizden kulluğumuzu çaldılar. Sahipsiz, hikayesiz, geçmişsiz, geleceksiz  “vatandaşlar” yaptılar. Ulvi ve uhrevi olan hükmümüzü sakladılar. İsmimiz kutsallığa açılan kanatlarımızdı, yoldular ki göklerde süzülmeyelim. Bir isim üzerinden haşereleştirdiler insanı. Üzerine basılıp geçilebilsin diye.

Vatandaş, aynı vatanı paylaşan demek. İnsana ait ontolojiyi bir kara parçasıyla ilişkiye isnat ve ihdas etmek ne kadar şarlatanca bir illüzyon. Halbuki kul olmayanların vatanı olmaz. Bekletildiği kafes, önüne sürülen yal, içine sürüldüğü arena ya da avlak olur ama vatanı olamaz. İnsan ikrar ile kutsiyet kanatları açılınca kullaşır, toprak sadece üzerinde hayat bulacak ve nesilden nesile aktarılacak mukaddeslerle vatanlaşır. Yaratılanların en şereflisi ve en yücesi Muhammed'in önce kulluğuna şehadet ederiz, sonra rasullüğüne. Ki O da, bir kral peygamber değil kul peygamber olmayı yeğlemişti.

Kulun sahibi vardır ve Tanrı'dır. Kader ve işaret göklerden gelir. Aradığı ulviliğin kökleri semadadır. Kimse onu köleleştiremez. Çünkü çok aziz bir mâliki vardır.

Vatandaş toprağa bulanmıştır. Sahipsizdir. Bulanın ve kapanındır. Göklerle ve mukaddeslerle kavramsal irtibatı kasten kesilmiştir. Daha güçlü olanın dişleri ve pençeleri arasında et ve kan olmak için salınmıştır avlaklara. Yük için, yün için, yelpaze sallamak ya da tahkiri  tatmin için.

İnsan vatandaş değildir. Keşke bilsen, sen kulsun! Tanrı'dan başka sahibin ve efendin yok. Aç kanatlarını ve iç yer ehline korkular salan uçurumları...