Kültür -4: Birleştirmek, Parçalamak İçin miydi?
-Ruzname; Kelime Günlüğü’nden-
Eskiler, şimdilerde kültürün
karşıladığı hiçbir şeye kültür demezdi. Zira “kültür”, Fransızca “culture”
kelimesinden Tanzimat’la dilimize geçmiş bir kelime. Fransızca da Latinceden
almış (cultura). Latince mânâsına göre “ekip biçmek, toprak işlemek” anlamına
gelen “cult” kelimesinden türetilmiş (Etimoloji Sözlüğü).
Buradan bakınca tarım terimi olarak
karşımıza çıkan kültür, modern zamanlarda görünmeyen soyut birikim için de
kullanılmaya başlamış.
Bize gelince… eskiler ne derdi? Ecdattan
kalan ve devam ettirilen mirasa “anane” veya “âdet”, toplum içinde kişiler
arası kesin ilkelere “örf”, sosyal hayat içindeki davranış ve konuşma kurallarına
“adabımuaşeret” derdi. Müslüman olduktan sonra hepsi İslam kaideleriyle uyumlu
olarak düzenlenmişti.
Mesela bugünlerde “dergâh kültürü”
olarak başlıklandırılan “tekke adabı”, davranışta, fikirde, niyette ve duyguda
incelikleri öğütlüyor, bu tekâmülün toplumda yaygınlaşmasını sağlıyordu. Aynı
zamanda tekke adabına vâkıf olmak bir “şehirlilik” alametiydi.
“Herkesi hoş, kendini boş görme”yi öğreten
bu düstur, şehir içinde “bir arada yaşama”yı da daha kolay ve saadetli hâle
getiriyordu.
Tekke/dergâh nerede ise, oraya
şehirlilik adabı da taşınıyor, yalnızca insana değil, yaratılmış her şeye
hürmet ve muhabbet duyabilecek şekilde bireyler eğitiliyordu.
Mensubiyeti olanlara, “hangi bağın
gülüsün?” sorusunu sorduran da işte aşısı tutan hürmet ve muhabbetten ötürüydü.
Duyguları, düşünceleri ve davranışları
incelen toplumların hiç kuşkusuz, gündelik yaşayışı ve sanatı da incelir ve
değerlenir.
Şeksiz şüphesiz kaderi, nasibi ve
yaratılmışlarla olan ilişkisini Cenab-ı Hakk’tan bilenlerin, hayrı O’ndan
bekleyenlerin ve yalnızca ona şükredenlerin çoğunluğu teşkil eden toplumda güzellikleri
övmenin, bu övgüyü Yaradan’a adamanın yolları da tekke adabı gibi disipline bağlanmıştı.
İnşa edilen ve nakışlarla donatılan
camiler, sebiller, çeşmeler, hanlar, hamamlar ve ayrıca her geçen yıl daha da
incelen kitap sanatları, sadece Osmanlı devrinin değil, Hazar’dan Endülüs’e,
Orta Asya’dan Orta Doğu’ya İslam dünyasını kuşatan bütün ince zevkleri temsil
ediyordu.
Müslümanlar ne zamanki bu özgün ve
incelikli övgülerden/sanatlardan vazgeçerek Batı Rönesansı’na ve 18. Yüzyıl itibariyle
“Aydınlanma”ya yenik düştüler, o zaman şehir kimliği, adabımuaşereti, örfü ve
ananesi bozguna uğradı, kimliksizleşti.
Ne Batı’ya dair olabildi ne de Doğu’ya
ait kalabildi.
Melez, fakat menşei belirsiz “kültür”
unsurlarının denetimine bile isteye teslim oldu.
Bütün bu incelikleri “kültür”
olarak adlandırma sefaletinin görünmeyen başka tehlikeleri peyda oldu.
Ne zamanki sanatı, gündelik ve
fertler-arası akışın, toplum ve sosyal kuralların tamamını kültür başlığında birleştirdik,
başka tür ayrışmalara maruz kaldık.
Tamamını “adabımuaşeret” başlığında
toplayabileceğimiz seyahat kültürü, yemek kültürü, şehir kültürü, köy kültürü, banliyö
kültürü, varoş kültürü, sosyete kültürü, elit kültürü, eğlence kültürü, sokak
kültürü, sahil kültürü, giyim kültürü ve bir şekliyle moda gibi binlerce “alt
kültür” kulvarı oluşturuldu.
Sanatın alt birimleri bile, “ilgi
alanları” olarak birer “hobi”ymiş gibi başlıklandırıldı. Zanaatı sanatla en
adil biçimde harmanlayan ecdada nazaran, sanat ürünleri işçiliği ve değeri belirsiz,
sanat eseri olup olmadığı tartışmaları çok su götüren belirsizliklere gebe
bırakıldı.
O da yetmedi, “müzik kültürü”, “resim
kültürü”, “edebiyat kültürü” hatta daha alt birimlere inerek “şiir kültürü”, “roman
kültürü”, gibi yeni tanımlamalar getirdi.
Her birinin bir sanat dalı
olduğundan çok, bu sanatlara vukufiyetin -ne derece olduğu belirsiz- ve ona
uyak hayat tarzının bir vurgusu olarak öne çıktılar. “Arabesk kültürü” gibi…
Buradan bakınca kültürün
niteliğinden ziyade toplumda aldığı isimle altbaşlıklara bölünmesi, ilgili
olmayanı dışarıda bırakan bir parçalayıcılık/ayrıştırmacılık gibi görünüyor. “Köy
kültürü”yle büyümüş birini, “şehir kültürü”nden bihaber saymak gibi.
Sokağın bir parçası olan o dergâhlardan
yayılan adabımuaşeret, toplumun kılcal damarlarına dek ulaşmış, hatta gayrimüslimlerin
bile benimsediği bir kalıba dönüşmüşken işgüzar erken dönem “küreselleşme” hareketi
neticesinde yıkıldı, kalıntılar kutuplara ayrıldı ve parçalandı. Müslüman adabı
sokaktan çekildiğinden bu yana toplumdaki kirlilik düzeyi de arttı.
Batı menşeli birleştiricilerin
içinden daima kutuplaşma, parçalanma ve ayrışma çıkıyordu. Bu ayrıştırmaları
hiç masum olmadığını, İslam âleminden kalan medeniyet mirasıyla arasının hiç
iyi olmamasından ve çifte standart uygulamasından anlayabiliriz.