Kültür -7: Kültür mü Medeniyet mi?
-Ruzname; Kelime Günlüğü’nden-
Gündelik dile yerleşen “Doğu
kültürü”, “Batı kültürü” gibi tanımlamalar “medeniyet” kavramının önüne geçti.
“Medeniyet” bir toplumun geçmişten
geleceğe uzanan bütün unsurlarını içine alabilen kelime.
Doğu veya Batı hayat tarzını kültür
olarak ifade etmek, modern zamanlara dair bir söylem gibi duruyor. Çünkü geçmiş
ve gelecekten ziyade bugünü kapsıyor. Yani tarihî argümanları dışarıda bıraktığı
izlenimini veren daha ziyade popüler bir ifade.
Geçmişte medeniyetin bir uzantısı
olarak kabul edilen kültür aktarımı “seçilmişler” yani elek üzerinde kalanlar üzerindendi.
Bugün kültür bilgi ile
ilişkilendiriliyor, bir dünya bilginin bilgisayar ve internet aracılığı ile yeryüzünün
her köşesine yayılması üzerinden kültür sentezi meydana geldiği düşünülüyor ve
bu sentezin kodları yeniden okunmaya çalışılıyor.
Halk edebiyatına yönelik araştırmalarıyla
tanıdığımız ve yerli kültürel dokumuzu yakından tanıyan Müjgan Cumbur’un kültür
tanımı, günümüzdeki teknolojik etkileşimlerden doğan bir yenilenmeye işaret
etmesi bakımından önemli:
“…kültürün en başat özelliklerinden
biri sürekliliğidir. Kültür sürekliliği doğal olarak an be an yenilenerek yeni
kuşağın idrakiyle, kendisine yeni unsurların, taze hücrelerin katılmasıyla
süreç içinde yenilenerek sağlanır.”
Cumbur, kültürü şuurlu bir akışla
ilişkilendiriyor, yenilerin de köklerle bağını güçlendirerek derinleşebileceğine
inanıyor.
Doğrusu, kullanım alanlarına
bakılınca kültür kelimesi böyle bir tanıma dar geliyor. Aslında bu tanım ve
açıklama, medeniyetin daha kısıtlı bir modelini andırıyor.
Günümüzde kültürün devamlı alt
birimlere ayrıldığından ve her gün başka bir mânâya karşılık gelecek düzeyde
değişken bir zeminde durduğundan serinin ilk yazılarında bahsetmiştik.
Öyleyse kültürün kaygan zemininde
dolanmayı bırakıp medeniyet sütunlarından kalan ne varsa onun üzerine değer
inşa etmek düşüncesi Cumbur’un açıklamasına yaklaşabilir.
Hiç şüphe yok ki şuurlu kültür akışının
ya da eskiyi yeniyle en doğru biçimde mezcedebilecek sürekli bir idrakin var olması,
şuurlu ve özgüvenli bir toplumla mümkün olabilir. Bu da ancak kökleriyle
barışık, kendi olumsuzluklardan ders çıkaran, dünyada olup bitenler karşısında
soğukkanlılığını koruyan, kendi ilkelerini belirleyen yahut belirlenmiş ve onaylanmış
ilkeler çerçevesinde değerlerini muhafaza eden, dünyadaki her türlü sapmanın ve
sapkınlığın karşısında sorgulayıcı olabilen, inanç birliğini etnik birlikten
daha önemli gören ve inancının üstün değerlerini hayat akışına dâhil eden bir
anlayışla sağlanabilir.
Dünyada böyle bir topluluğun var
olması ve idamesi mümkün olabilir mi?
Dünyada zaten böyle toplumlar var
oldu.
İslam’ın orta döneminde Müslüman
toplumlar, hem refah hem de medeniyet şuuru bakımından mükemmel İslam
devletleri olarak hükmünü sürdü.
Ne zamanki Yeni Çağ ile birlikte Batı
Avrupa’dan İslam’ı kazımak istedi ve Hristiyan kisvesiyle yayılmacılığı seçti;
işte o zaman İslam’ın medeniyet bahçelerine ateş düştü, art arda yaşanan
yenilgi, soykırım ve göçler sebebiyle özgüvenlerini yitirdiler.
Rönesans’la birlikte dünyanın
gözünde büyüyen Avrupa, bilgi yayılmacılığı ile üstün toplumlar olarak
algılanmayı sağladı. Kültür ise bir empoze ve yönetim aracı olarak devreye
girdi.