Kültür tartışmaları ekseninde Edebiyat Mevsimi

Kültürel iktidar konusu, herhangi bir fırtınayla su üstüne çıkan, üzerine birkaç yeni şey söylenip başbaşa kaldığı çözümsüzlükle dibe çöken, çoğalamayan, yeterince gündem olamayan ve hayata tutunamayan meselelerimizden.

En çok gezi olaylarının ardından gündemimize girdi bu söylem. Gezicilerin algı yönetimindeki kuşatıcılığı görüldüğünde nerde çıkmaza girdiğimizi de kısmen anlamış olduk. İşin tuhaf tarafı o devrede, ifade, algı ve organize olmak konusunda ezici bir farkla ne kadar geri planda kaldığımıza dair kabulü, iktidarın özeleştirisine kadar ertelemiştik. Ülke yönetimini elinde tutan iktidar kabul etti, biz de kabul ettik; kültür alanında bir türlü ses getiren bir sözün sahibi olamamıştık.

Kültürel tartışmalarımızın sıklıkla parlayıp sönmesi, manşete taşınmayıp hep bir ağızdan konuşulmadığından belki. Aslında sinsice manşetlik de oluyor, ama adı “kültürel iktidar bunalımı” olmuyor, üç gün sonra unutulacak bir seçkinci medya/magazin kültü olarak vücuda gelip yalnızca adını koyabilenler tarafından hatırlanmak üzere unutuluyor.

Aslında çok fazlası da gerekmiyor, belki kültürde iktidar olmak da gerekmiyor.

15 Temmuz'un her anı göz yaşartan şunca yaşanmışlığı hakkında dikkat çeken, iz bırakan, vicdanı dürten, sağduyuyu çalıştıran, insafı hatırlatan birden biraz fazla görünür söz söylemek; söylenmiş fakat duyulmamış sesleri “aracısız” bulup desteklemek başlangıç için yetiyor. En azından ne için yaşadığımızı, savaş coğrafyasında konumlanmamızdan dolayı hangi sıkıntıların gölgesinde insan olma gayretiyle boğuştuğumuzu anlatacak kadar...

Gözümüzde abartıyla büyütülen ve şimdilerde boş bir kavanozu andıran gezi olaylarından bu yana -15 Temmuz'a rağmen- mevzunun arada bir hatırlanması dışında aynı minvalde yol aldık. Kültür derken asıl hegemonyanın kapitalizm olduğunun ve bütün kesimleri birleştiren popüler kültür hâkimiyetinin de farkındaydık. Böylece omzumuzun yükü iyice hafifledi.

Bu aralar bir ödül töreninin ukala yaptırımıyla gündeme gelmesiyle yeniden kültürel iktidar meselesini tartışır olduk. Hatta kültür cephesinde yaşananların büyük savaş olduğunu zikreden yazarlarımız oldu. Yine bu savaşın nasıl kazanılacağına, nasıl bir yol izleneceğine, pratik hayatta kendine nasıl yer bulacağına dair bütün öngörülerden “arınmış”, birbirimizi suçladığımız ya da problemi merkeze havale ettiğimiz tartışmalardı bunlar.

Bu yazıyı yazarken 8. Edebiyat Mevsimi'nin dördüncü günü geride kalmış oldu. Festivalin bu yılki teması, 15 Temmuz darbe girişimi yahut kurtuluşundan yola çıkılarak “Edebiyat ve Darbeler”. Suriçi'nde olmanın avantajını kullanarak, bazı işleri askıya alıp en azından dört oturuma katılma imkânı bulabildim. Ve her oturumda, sık sık satır aralarından duyduğumuz mesele yine kültürel iktidar sorgusuydu.

Daha ilk günün açılış saatlerinde, muhafazakârların ve sağ tandansın darbeler söz konusu olduğunda, bir dil, ifade ve algı oluşturmak konusundaki pasifliğinden bahsedildi. İstiklâl mücadelesi için adını en başa yazdıran sanat dilinin, haksız darbeler karşısındaki yokluğunu açıklamakta, bu verileri ortaya koyanlar da epey zorlandılar.

Hatırlayanlar olacaktır; 6. Edebiyat Mevsimi, “Savaş ve Edebiyat” temalıydı. Suriye'den çok sayıda mültecinin Türkiye'ye giriş yaptığı ve savaşı çok yakından hissettiğimiz bir dönemdi. Mesele kendi savaş tarihimiz beraberinde üretilen edebî eserlere, bu eserlerin uzantılarına ve dolayısıyla kültürel birikime gelince yine aynı çıkmazda bulmuştuk kendimizi. 21. yüzyılda epey yol almışken bırakın savaşları, zaferlerimizi anlatan film gibi filmlerimiz bile bir elin parmaklarına yaklaşamıyordu. Bugünlerde yazılan ve sayıca çok olduğunu bildiğimiz tarihî romanlarımızın de birçoğu savaş tarihimize spesifik yaklaşan, kaliteli çalışmalar olmaktan uzaktı.

Bu yılki “Edebiyat ve Darbeler” başlığı altında dinlediğimiz konuşmalarda, millî ve yerli/İslâmî ve Türk duruşuyla hatırlanabilecek ulusal mecrada ses getirmiş “darbe romanı” veya “darbe filmi” veya “darbe şiiri”nden söz edemediğimizi anlamış olduk. Edebiyat çevrelerinin övgüsünü kazanan birkaç roman haricinde, “darbe edebiyatımız”ın olmadığını gördük.

TYB İstanbul Şubesi ile İBB Kültür İşleri ve Daire Başkanlığının işbirliği ile düzenlenen Edebiyat Mevsimleri, en azından kültürel krizlerimizi saptamada önemli bir platform oluşturuyor. Verileri değerlendirmek, üretenlerin ve bu üretimleri finanse edenlerin görevidir. Kendini sorumlu hisseden herkes için bilinmesi gerekenlerin altı çiziliyor oturumlarda.

Çok partili dönemle birlikte ardı arkası kesilmedi darbelerin. Suların durulduğu, uygun zemin oluştuğu her zaman ortaya darbelerle ilişkili eserlerin konulması mümkündü. Sol kesim bunu az edebiyatla ve hızlıca yapabiliyorken, bizim cenah geçirdiğimiz hayatî aşamaları yansıtmakta neden çekimser/üşengeç kalmıştı?

Kültür dediğimiz, içinde en çok “kendiliğinden” paydasını bulunduran kavramlardan biri. Karşımızda bulduğumuz kültür propagandası, tamamen “kurgu” üzerinden ve “algısal dayatmalarla” yol alırken, daha ne kadar “hiçbir şey” yapmadan bekleyeceğiz? Zira her boşluğun yerini, istemediklerimiz dolduracak.

Önemli bir bütçeyi, “kültürel etkinlik” adı altında “eğlence”ye ayıran yerel yönetimleri de bu meselenin sorumlularından sayabiliriz pekâlâ.

İlk defa bir darbe, henüz darbe olmadan ertelendi ve ilk defa darbe karşıtı ifadeler vücut bulacakları en özgür satıhta geziniyor. Düşünmek için yeterince zamanımız var.

Bugün ve yarın da sürecek olan Edebiyat Mevsimi'nden aldığım notlar arasında beğendiğim birkaç cümle:

27 Mayıs Darbesi'nde Necip Fazıl içeri ilk aldıkları isimlerdendi. İçerde üç tiyatro eseri yazdı. Biri meşhur “Reis Bey”dir. İçeriden en son o çıktı. (Üstün İnanç)

Darbeciler gecede yaşayan, şeffaflıktan, aydınlıktan, toplumdan uzak insanlardır. (Abdülkadir Emeksiz)

Sosyal olayların edebiyata dönüşmesi için demlenmesi gerekir.  (Güray Süngü)

Darbe, herkesin izlediği türden halk filmlerine uğramadı. (İhsan Kabil)

Özünüz ne kadar gür ve güçlüyse, gözünüz o kadar keskindir, sözünüz de o kadar gür ve güçlüdür. (Yusuf Kaplan)