Medeniyet Kargaşası
Sene 3900 Dünya Galaksi Birliği ileri teknoloji ekibinden bir heyet bir zamanlar dünya yerlilerinin “tabiat” denilen mekânına doğru incelemeye başlarlar. Kuluçka makinelerinden yapay zekâlar tarafından oluşturulmuş bu insanımsı kitle dünyalıların bir zamanlar medeniyet dedikleri tuhaf bir kavramla karşılaşırlar. Evrenin uzaklarına çok kısa zamanlarda gidip gelen bu suni besin canlıları bir zamanların dünyalılarının kendilerinin bu inorganik hayatını hayal edip bunu insanlığın geleceği olarak dayattıklarını gördüklerinden insanımsı zihinlerinde bazı kabloların yandığını hissettiler. Zekâları gibi her şeyin yapay olduğu bir zeminde organik kavramlar onlar için ütopya olmanın ötesinde bir distopya idi artık. Her halükarda bir zamanlar dünyalılarının istihza, istihfaf ve kendi yüksek teknolojilerine bakarak mağaradaki insanların yaptığı resimlere baktıklarından daha uzak bir mesafeden kendi türlerinin ilkel bir formunu anlamaya çalıştılar. Hâlbuki onlar anlamaz ve açıklamaz idi, anlam gibi bir sorunları da yoktu; ileri teknoloji ve yapay zekâdan oluşan çevreleri onlar için farklı bir sanal uygarlık resmi çizeli ve onları teslim alalı çok olmuştu.
Öncelikle dünyalıların medeniyet dedikleri o yapıyı anlamak
için kalıntılara bakmaya başladılar. Onlardan kalan yazılı şeyler bir zaman
dünyalılarının Sümer yazıtlarına baktıklarından daha az manalı idi. İnsan
kavramı onların aynada gördüklerinden farklı idi. Değerler, davranışlar ve
bunları çerçeveleyen ahlak gibi anlaşılmaz bir sürü konu vardı. Bu insanlar,
onlar gibi mekanik şarj yerlerinden dolmuyor; toplum denilen o anlaşılmaz
karmaşayı kurarak yaşıyorlardı. Toplum hayatı adeta onların merkez
kavramlarından birisi idi. Bir yerde medeniyet ile alakalı bir konu söz konusu
ise insanların bu toplum dedikleri belirli özelikler taşıyan ve daha fecisi
kültür denilen anlaşılmaz kalıplar içerisinden ortaya çıkan temel yapıları
olduğunu fark etmeye başladılar. Galaksililere bunu tespiti sağlayan tabi ki
yapay zekâ imkânları idi. Kendileri muhakeme kavramını terk edeli asılar
olmuştu. Her halükarda dünyalıların muhtelif mefhumlar yüklediği medeniyet
denilen şeyin temel zeminini insan ve toplum yapısından görmeye başladılar.
Lakin bu toplumlar farklıydılar ve bu sebeple aralarına sınırlar çizerek
esasında bir oldukları müşterekler ve mutabakatları yok sayıp ayrıntılar
üzerinden birbirlerine yaftalayan, ötekileştiren, yok sayan tuhaf bir doğaları
olduğunu görmek inceleyici yapay zekâlara bile acayip görünmüştü. Muhakeme
edilemez bir çıkmaz vardı. Yapay zekaya yüklenen bilgiler milyarlarca işlemi
yapıyor ama esastaki bir şeyi bir türlü söyleyemiyordu.
Galaksililer dünyalıları incelemeye devam ettikçe bu
toplumun kendi arasında bir takım yönetim yapıları kurmaya başladıklarını
gördüler. Başkan, başbakan, sultan, kral vs. dedikleri birileri onları
yönetiyordu. Kurdukları düzen içerisinde devlet denilen garip bir kurum fark
ettiler. İnsan topluluğu kendi düzeni için yasalar ve kanunlar ile birlikte bir
yönetim yapısı da oluşturmaktaydı. Onların medeniyetleri içerisinden devlet
dedikleri bu şey dikkat çekiyordu. Zamanla anladıklar ki insanlar var oldukları
sürede kültür denilen o acayip kavram çerçevesinden toplum ve devlet denilen
yapıları oluşturarak dünya üzerindeki varlıklarını manalandıran ve medeniyet
dedikleri düzeni kuran hayatlarını sürdürmüşlerdi. Lakin her halükarda onlar
için toplum ve devlet için farklı farklı bakış açıları içerisinden lafız ve
mefhumlar söz konusu idi ve bu uğurda çarpışıp birbirlerini öldürdükleri dahi
vaki idi. Din denilen bir kavram ile hayatlarında değerler oluşturdukları ama
öte yandan bu sebeple savaştıklarını da anlayamasalar da gördüler. Fark
ettikleri bir şey vardı insan kendi varoluş gerçeklerine ihanet ederek, bunları
araç haline getirebilen, değerleri değersizleştiren, kendi özüne ihanet
edebilen bir yapıya sahipti. Böyle bir varlıkla muhatap olmaktan aslında
korktular.
Nihayet insani uygarlığın oluştuğu bu yapıyı inceleyen
Galaksililer insanın şehir denilen bir yerleşim birimi icat ettiğini anladılar.
Burası en temelde devlet ve toplum için hayat alanıydı. Değişik çağlarda kendi
kültürlerince farklı şehirlerde medeniyeti kurduklarını, bazen birinin
diğerlerini etkileyerek daha yaygın bir kültür oluşturduğunu vs. gören
inceleyiciler bu şehirlerin, onların tarih dedikleri zaman içinde kendilerini
düşündükleri süreçlerde farklılaşarak sonunda birer beton mezara dönüştüğünü
görerek insanın kendisine ve tabiatına suikastını anlamaya çalıştılar. Hele bunun
para ve güç denilen anlaşılmaz o iki şey için olduğunu fark edince bir kere daha
sistemleri çöktü. Her halükarda onların medeniyet dedikleri o şeyin üç temel
ayağından birisi de bu şehirler idi. Farabi diye birine rastladılar ama onlarda
eski dünyalılar gibi onun dediğinin lafzından geçip künhüne vakıf olamadılar. Her
halükarda not düştüler bir yerde medeniyet var idiyse şehir de oluyordu.
Bunların arasında mana veremedikleri şeyler de ortaya
çıkıyordu. Tüm bu yapı içerisinden insan türü bilim ve sanat dedikleri iki şey
üzerinden yapay zekâyı bile huzurlu kılacak işler yapmışlardı. Hatta onu bizzat
icat etmişler ama sonra kendi elleriyle onun amacına dönüşmekten
kurtulamamışlardı. Buradaki tezatı anlamak ise kolay değildi. Tıpkı
dünyalıların Göbeklitepe dedikleri yerde yarı çıplak ve avcılıkla uğraştığını
ön gördükleri insanın ortaya koyduklarını görünce apışmaları gibi
Galaksililerde şaşıp kalmışlardı. Bu insan denen yaratık bir zamanlar ne
acayipmiş bir kısmı medeniyet dedikleri düzeni kuracak nazari ve ameli işleri
yaparken öteki kısım olan her şeyi ruhundan başlayarak yok etmeyi ve
kendilerine aitleştirmeyi, sömürmeyi marifet sayıyordu. Bu tür özüne ihanet
etmede mahirdi. Her halükarda 3900 senesinden dünyalılara bakınca medeniyet
kargaşaları içerisindeki o yapı ve imkânlar onları ilkel saydıkları bu grup
karşısından hayrete düşürmüştü.
Durun durun. Bu hayrete düşmek için o kadar zaman geçmesi
gerekmiyor. Cemil Meriç, “Kültür, Batı’nın
düşünce sefaletini belgeleyen kelimelerden biri: kaypak, karanlık,
samimiyetsiz. Tarımdan idmana, balıkçılıktan medeniyete kadar akla gelen
ve gelmeyen düzinelerce mânâ. Kelime değil, bukalemun.”, derken bizim
nazariyat boşluğumuza, kaypaklığımıza ve kendiliğimizi düşünmedeki sığlığımıza
ima da bulunmaz mı? Medeniyet nedir ve nelerden oluşur gibi bir soruya lafzı,
mefhumu ve tarihi vecheleri ile bir sürü muğlak cevabı olan bizler geçmişteki
gerçek medeniyet tezahürlerine 3900 yılından bakar halde değil miyiz? Toplum,
devlet ve şehir üzerine düşünmeli ve bu bütünlük içerisinden kültür mü
medeniyetten medeniyet mi kültürden gibi tavuk-yumurta dikotomilerinin az
ötesine gidip bunları az tefekkür etmek artık lazım değil midir? Medeniyet
tasavvurumuzun ana meselelerini bile tespit edememiş yahut bunlar üzerinden
anlamlı derinliklere ulaşamamışken bu kargaşa içerisinde hangi geleceğe
bakıyoruz?
Vesselam.