Medeniyet kendözümüz yahut ilim kendin bilmektir
Mavi Gök Yağız Yer
Düşünen kişi şüphesiz
düşündürmesini de bilendir. Aydın kimi zaman aydınlatarak kimi vakit
karamsarlıklarıyla fark ettirir, uyarır, gösterir. Kendinde bildiklerini
bildirerek kendözünden topluma konuşan bir varoluş hali şüphesiz içerik,
görüntü ve işlev açısından zamanına faydalı olma ihtimali en fazla olandır
demek yanlış olmayacaktır. Kendimizi bilme yolunda tümden mi gelmeli yoksa tüme
mi varmalıyız? Büyük özler/çerçeveler/hakikatler mi yoksa öznel tecrübe ile
yahut hayat içinde parçalarını bulduklarımızı birleştirerek büyük resme ulaşmalıyız?
Düşünüyor öyleyse var mıyım yoksa var olduğum için mi düşünebiliyorum yahut
üçüncü yol düşünerek mi varım varken mi düşünüyorum. Ben bir düşüncenin dışa mı
vurumuyum yoksa dışa vurduğum için mi düşünebilir haldeyim. Elbette bu karmaşık
soruların sebebi esasen ontolojik kaynağımızı bilmek çabasıdır: Tanrı, tabiat,
kendimiz. Burada bir toplumun kuracağı fikir birliği esasen bireyden topluma
bütünleşmeyi de mümkün kılabilecektir. Duyguları ve akılları birleşmeyenler
düzen kavramına müşterekler üzerinden ulaşabilirler mi? Toplum kavramı esasen
bizi medeniyet olarak adlandırdığımız nizam kapısına getirir. Burada bir
ezoterik zorluk görülmemelidir. Medeniyet, insanî olanın insanca insan eliyle
insan için/insanlık için kurulmasıdır esasen.
Fikir
esasen zihniyet, dünya görüşü gibi unsurları kapsayarak muhtevayı oluşturan
unsurların bütünüdür. Medeni bir çerçevede içerik/muhteva,
form/şekil ve işlev genel teşekkülde esas yerde dururlar. İçeriğin
içindekini ise kendöz diye kavramlaştırmayı seçtiğimiz kurucu öz tayin eder. Bu
insanlığın paylaşacağı çok genel geçer bir manzume olabileceği gibi esasen
tarihi bir zamana ait bir takım öncüllere dayalı bir fikir/yapı da olabilir.
Her halükarda zuhura gelenler esasen fikir ve usul planındaki arka plandan
haber veren aksilerdir. Bir medrese kalıntısının yahut artık müze haline gelmiş
yapısının önüne geldiğimizde bizi bir taş hamulesi karşılar. Lakin bu yapı
hangi muhtevanın/amacın ürünüdür. Bu biçim/form hangi düşünce yahut sorumluluk
ile ortaya çıkmıştı. İşlev olarak ondan beklenen fayda yahut çıktı ne idi.
Bunun gibi o mekândaki sivil mimari evler o şekillerini hangi gerekçe ile öyle
almışlardır. Bugün şehirlerimizdeki kakafoninin sebebi hangi fikir ya da fikirsizliktir?
Burada yer alan resmi ve gayrı resmi yapılar bu çerçevede nasıl ortaya
çıkmışlardı. Hülasa şehirlerimizin kendözünden haberdar mıyız?
Bu
siyaktaki düşünceyi insana tatbik de mümkündür. Bilmem kaç milyar insan küre
üzerinde suretleri aynı lakin siretleri farklı yaşıyoruz. Çocuk sahibi olmanın
yolu küredeki her ırk, kültür, renk insan için yegâne. Lakin parmak izlerimiz
kadar da çoğuz. Hiç kimse erkekler çocuk doğursun demiyor. Doğurmama hakkını
kullanan hanımefendiler var sadece. Hülasa doğamız bize bir şeyleri veriyor.
Bizi tekleştiriyor adeta. Lakin fikirlerimiz, kültürlerimizi ise bizde bir ben
duygusu ve kimlik inşa ediyor. İşte buranın arkasında bir ontolojik kaynak var.
Bunun esası dünya içi ya da dışı olabilir. Lakin insanın varlığı ile özü
arasındaki denge kaybolunca insanlık vasıfları sallanmaya başlıyor. İnsan kendi
varlığından mesul, kendinden ve çevresinden sorumlu olma duygusu yaşayan tek
canlı. İşte bizi insanlık noktasından biyolojimiz sonrasında birleştiren bir
durum: Sorumluluk ve fayda canlısı olmamız. İşte bu muhteva bizi şeklen aynı
ama nitelik olarak insanlar içinde üst ya da alçak bir konuma taşıyor. Ahlak
kavramı, manuple edilmeden, olması gerekeni yaptığı alanlarda bunu sağlıyor.
Nihayet insan varolma işlevini bu çerçevede yerine getirdikçe mutlu ve huzurlu
olur. Kendözünü bildikçe kendine ve insanlığa aydınlık vaad eder. Kendözünü
bilen bu insanlar bir toplumu oluşturduklarında artık medeniyet için zemin
oluşmaya başlar. Hülasa medeniyet dediğimiz şeyi düşünmek insanı ve kendözü
düşünmektir bir yerde. Atom bombası yapan insan ile leyleklere vakıf kuran
insan biyolojik olarak aynı lakin mahiyet teşekkülü açısından çok farklı değil
midir? Onları aynı doktor tedavi edebilir ama farklı tarihçiler izah edebilir. Her
halükarda medeniyet merkezli bir tarih okuması ile toplum-devlet-şehir
üçlemesine bakarken mahiyet/esas/kendöz-şekil/form-işlev üçlüsünün de bu
çerçevede ele alınması bir içerik tahlili ve açıklaması bakımından gerekli
görünüyor. Kendimizi bildiğimiz yerde medeniyetimizi bilmek aynı zamanda medeniyet
biligi yani kendözümüzü bize gösterdiğinden kendimize doğru yol alırız ya da
yeniden yolumuzu buluruz demek yanlış olmayacaktır.
Tarihin
bize gösterdiği yolda geriye bakarak geleceğe yönelmek ve medeniyet merkezli
bir bakışla, medeniyetçi milliyetçi zaviyeden kendözümüze bakmak gelecek
tasavvurları adına anı değerli kılmak bakımından önem taşıyor. Medeniyet
tarihinin bir tarih felsefesi olarak düşündüğümüz “ilim ilim bilmektir ilim
kendin bilmektir”e birden buradan bakıp yolunu, yordamını, hâsılasını/hafızasını
unuttuğumuz lafızların mahiyetine ve esasına varmaya çalışarak kendimizi
düşünmek için zaman gelmedi mi? Özün varlığı ve gücü ne yazık ki aklını ve
gönlünü kullanarak kendözüne vuslat eyleyenlere bir anlam kapısı açacak gibi
görünüyor.
Vesselam