Medeniyetçi Kendözümüz yahut Türk, Türkistan, Türkiye
Türkler töreli bir millet idi; kelimenin manasında mevcut olan kanun ve nizam sahibi olmak anlamı ile bilgelik mazmunu birleştiğinde ideolojik kalıplaştırmaların ötesinde bir imkân, idrak ve irade olarak kelime kendi medeniyet zeminini ortaya koyar. Adalet bu yüzden Türklerde devletin dini olmuştur. Bu kavram anlamında vaki kanun ve nizam töresi ötesinde bilgelik gerektiren bir var olma halini gösteren bir öze işaret etmektedir. Yani öz deyince kendisi dışında varoluşu için başka bir şeye ihtiyacı olmayan cevherden bahsediyoruz. Öyle olduğu için öyle olan.
Türk adı bir
toplum-devlet-şehir bağlamında medeniyet kuran bir milletin esası olarak böylece
tarihte yerini aldı. Türkler toplum olarak bahsedilen töreyi muhtevi bir
terbiye ve anlayış ile çocuklarını yetiştirip, büyükler bu töre ile mukayyet
olduklarından medeniyetçi milliyetçi zemin kendi çerçevesinde tarihte muhtelif
coğrafyalarda bu isim ile kendisini gösterdi. Türkistan ve Türkiye tabirleri de
ideolojik tüm mülahazaların ötesinde bu çerçevede ortaya çıktı. 21. Yüzyılda
Türkler için bir “asır” tahayyül ve tasavvur ediyorsak Türk medeniyetçidir bakışını Milli Eğitimden, Türk Tarih Kurumun
çalışmaları ve tarih tezlerine, muhtelif stklardan edebi çalışmalara kadar;
ontolojik kaynak olan töreyi bir bilgi çerçevesi haline getirip ahlak ve
estetik üreterek Türklere ırkî angajmana sıkışmış gibi gösterilen adlarının bir
medeniyet kavramını muhtevi olduğunu yeniden hatırlatmalıyız. Bu hatırlayış
hayata ideolojik bir külah giydirip hayatı zorlamak değil tam aksine bir
millete kendi esasında, özünde, tarihinde olan durumu yeniden fark ettirmek
olacaktır. Hayatı zorlayan, kendileştirmeye çalışan her patalojik çerçeve
sadece milleti ve hayatı fersuledeştirecektir. İnsanlık özümüzden geleni milli
olan üzerinden insanlığa anlatmak ülküsü nicedir unuttuğumuz bir yitiğimiz
değil mi? Medeniyetçi bir asabiye ile
millete gelecek asrı gösterip bunun arkasını da sahici işlerle doldurmak; başta
açı doyurup çıplağı giydirmekle başlayarak hareket etmek en makul yol ve
tarihin gösterdiği en gerçekçi hal gibi görünüyor. İnsanı ve insanlığı sevmeyi
milli bir vecibe sayan Türk töresi bunun Kutadgu Bilig’de emek ve fayda
prensipleri ile birleştirerek kendi iyisini ne güzel de anlatmış idi.
İşte
Türk adının bu muhtevası Türklerin aslında tarihte onların adlarından yola
çıkarak tasnif edebileceğimiz iki ana coğrafyada yaşamalarını da sağlamıştır.
Atsız beyin daha önce Doğu ve Batı diye tasnif ettiği bu tarihi bakışı ve
süreklilik anlayışını biz Türkistan Çağı ve Türkiye Çağı olarak geliştirmek ve
teklif etmek istiyoruz. Türk tarihinin de bu iki ana eksen üzerinden
geliştiğini söylemek küre üzerinden Türk tarihinin hareket ve tezahür ettiği
ana noktaları göz önüne aldığımızda yanlış bir tercih olarak görünmemektedir.
İşte medeniyet merkezli kendözümüzü anlamak yolunda tarihe baktığımızda
tarihimiz İslamiyetten Önce ve bir Dönem İslam çağında önce Türkistan
merkezinde cereyan etmiş daha sonra oradaki tarihi seyir akışına devam ederken
devlet merkezli ve medeniyet üretim sahasının ana coğrafyasının Doğu Akdeniz
tarafına Yakın Şark’a kaymasıyla bu akış Türkiye çağı dediğimiz süreçte devam
etmiştir. Bugün bu iki coğrafyada müstakil devletlerimiz ve çok şükür
dalgalanan bayraklarımız vardır. Bu iki coğrafi çerçeve elbette bıçakla kesilir
gibi birbirinden ayrı, farklı, alakasız alanlar değildir. Türkiye kavramı
Türkistan’dan Türkistan Kavramı Türkiye’den ayrı değildir. Sakalardan
Selçukluların İran’daki hâkimiyetine kadar Türkistan sonrası ise Türkiye çağı
olarak düşünülebilir. İşte tam burada Türkiye kavramının tarihteki
tezahürlerine bakmak gereği hâsıl oluyor.
Türkiye kavramının ilk olarak Çin ve Bizans
kaynaklarında yer aldığını görüyoruz. Karadeniz’in Kuzeyindeki coğrafya ve 6.
Asırdan sonra ise Türkiye bugün Orta Asya denilen coğrafyayı ifade için
kullanılmıştır. Çin Kaynaklarının Tie-le, Tu-jue gibi kelimelerle miladi 2.
Asırda Altay dağları güneyindeki hakli anlatmak için bu tabiri kullandıkları
ifade edilmektedir. Yine Hazar Kağanlığı'na
Bizans kaynaklarında Tourkia (Türklerin
Bölgesi) denildiği görülmektedir. Buraya dair bilgiler aktaran İslâm coğrafyacıları 9. asırdan itibaren
Türklerin Orta Asya’da yaşadıkları bölgeleri Bilâdü’t-Türk (Türk
ülkeleri) veya Arzu’t-Türk (Türk
ülkesi) olarak ifade etmişlerdi. Yine İslâm coğrafyacıları 13.
yüzyıldan beri Hazar Denizi'nden Çin’e kadar uzanan Türk ülkeleri için “Türkistan” ismi
kullanmışlardı. Görüleceği
üzere Türkiye kavramı Türkistan ile geçişken bir kavramdır. Lakin görüleceği
üzere Orta Asya’dan Karadeniz’in kuzeyine olan bölge bu adı Türk adı ve varlığı
münasebetiyle almış görünmektedir. Esasen Farsça ek ile kurulan Türkistan ile
Arapça terkiple ile kurulan Türkiye aynı manayı ve durumu göstermektedir. Bu
bakımdan ayrım sadece doğu-batı noktasındaki geçişi göstermek bakımından
manalıdır. İrani kavimler Türklerin yaşadığı bölgelere Türkiye manasına
Türkistan demişlerdi. İster Tourkia, ister Türkistan, İster Türkiye olsun hepsi
aynı tarihi tezahüre işaret etmektedirler. Lakin Türklerin Karadeniz’in
kuzeyinden Anadolu’ya Doğu Akdeniz’de Mısır’a ki burası Suriye’yi de kapsıyordu
Türkiye olarak adlandırdıkları gerçeği tüm izahlardan vareste ve açıktır. Doğu
tarihimizi Türkistan Batıyı ise Türkiye diye adlandırmayı seçmemizde bundandır.
Bugün Orta Doğu olarak kullanılan kadük isim gelmeden önce buraların Türkiye
olduğu gerçeğine işaret etmek isteriz. Türkiye isminin bu cümleden ortaya
çıktığı ikinci coğrafya Biladu’r-Rum-Roma Ülkesi olan Anadolu’dur. 12. Asırdan
itibaren burası artık Türk fethi ve varlığı ile kaynaklarda Turkhia olarak adlandırılmaya başlar. Türkler
Rum ülkesini Türkiyye eylemişler ve bunu da harici kaynaklar ifade etmiştir. Meşhur
gezgin Marco Polo İç ve Doğu Anadolu’yu Turcomanie veya Turquemenie /Turkomans (Türkmen ülkesi) ismiyle,
Orta Asya’yı da Büyük Turkhia olarak
tanıtmıştır. Burada görünen sadece bir etnik yığın değil kocaman bir medeniyet
sahsıdır. On üçüncü
yüzyılda artık Avrupa’nın esasen eski kullanımı da sürdürerek Altaylardan Tuna
boylarına kadar olan bölgeyi Magna
Turchia (Büyük Türkiye) olarak adlandırdığı da burada ifade edilmelidir. İşte
tam bu sırada belki de ilk defa Türk adı bir devletin kendi resmi adı olarak
Mısır-Suriye hattına isim olur. Modern isimlendirmelerin olmadığı bir çağda ed-Devle et-Türkiyye kavramı Arapça bir
terkip olarak Türk Devleti manasında Türkiye isminin devleti kuran Memlûklere
alamet olmak üzere kullanıldığını görüyoruz. Hülasa görüleceği üzere coğrafya
Türklerin ayak bastığı, devlet ve şehir kurduğu her yerde töresinde muhtevi
manasıyla birlikte coğrafyaya ad olarak tarihe izini bırakmıştır.
Türkistanlılık olarak kavramlaştırdığımı mensubiyet mefkûresi işte bu çerçeveyi
kapsayan bir yerden tarihe, insana, hayata ve medeniyete bakmaktadır.
Görüleceği üzere Türkistan ve/veya Türkiye adı zoraki ve ideolojik bir dayatma
ürünü olmayıp işaret ettiğimiz üzere nerdeyse tamamı Türklerin haricindeki
kaynakların onların yaşadığı yerleri ifade manasında ortaya konulmuştur. İbn
Battuta bile 14. Asırda buraya geldiğinde Biladu’t-Türk
diyerek buradaki duruma işaret etmiş idi. Türk adı, Türkistan ve Türkiye
ideolojik saplantı, paranoya veya şizofrenilerle idrakimize giydirilmiş deli
gömlekleri değildir. Bunlar medeniyetçi bir milletin yaşadığı coğrafyalarda
farklı toplumları da kapsayıp Türk çatısı altında bütünleştirdiği büyük bir
medeniyet yapısının üst adıdır. Bu büyük vaziyeti etnik kompleksler yahut
modernistçi gevezeliklerle, hümanist görünüşlü kimliksizler ve sinsi dini
görünüme saklanmış hinliklerle gölgelemek en hafifinden rüzgâra tükürmek değil
midir?
Kendözümüzü Türk
kavramı ve medeniyet bilinci üzerinden 21. Asırda yeniden düşünmek mefkûre,
mensubiyet ve mesuliyet açısından önemli görülüyor. Toplumların muhtevasındaki imkânlar
ve dinamikler güncel olarak neye haiz ise o yapıdan oluşacak kültür ve
medeniyetin buna muvazi olacağı unutulmamalıdır.
Vesselam