08 Ağustos 2023

Medeniyetçi Kendözümüz yahut Türk, Türkistan, Türkiye

Türkler töreli bir millet idi; kelimenin manasında mevcut olan kanun ve nizam sahibi olmak anlamı ile bilgelik mazmunu birleştiğinde ideolojik kalıplaştırmaların ötesinde bir imkân, idrak ve irade olarak kelime kendi medeniyet zeminini ortaya koyar. Adalet bu yüzden Türklerde devletin dini olmuştur. Bu kavram anlamında vaki kanun ve nizam töresi ötesinde bilgelik gerektiren bir var olma halini gösteren bir öze işaret etmektedir. Yani öz deyince kendisi dışında varoluşu için başka bir şeye ihtiyacı olmayan cevherden bahsediyoruz. Öyle olduğu için öyle olan.

Türk adı bir toplum-devlet-şehir bağlamında medeniyet kuran bir milletin esası olarak böylece tarihte yerini aldı. Türkler toplum olarak bahsedilen töreyi muhtevi bir terbiye ve anlayış ile çocuklarını yetiştirip, büyükler bu töre ile mukayyet olduklarından medeniyetçi milliyetçi zemin kendi çerçevesinde tarihte muhtelif coğrafyalarda bu isim ile kendisini gösterdi. Türkistan ve Türkiye tabirleri de ideolojik tüm mülahazaların ötesinde bu çerçevede ortaya çıktı. 21. Yüzyılda Türkler için bir “asır” tahayyül ve tasavvur ediyorsak Türk medeniyetçidir bakışını Milli Eğitimden, Türk Tarih Kurumun çalışmaları ve tarih tezlerine, muhtelif stklardan edebi çalışmalara kadar; ontolojik kaynak olan töreyi bir bilgi çerçevesi haline getirip ahlak ve estetik üreterek Türklere ırkî angajmana sıkışmış gibi gösterilen adlarının bir medeniyet kavramını muhtevi olduğunu yeniden hatırlatmalıyız. Bu hatırlayış hayata ideolojik bir külah giydirip hayatı zorlamak değil tam aksine bir millete kendi esasında, özünde, tarihinde olan durumu yeniden fark ettirmek olacaktır. Hayatı zorlayan, kendileştirmeye çalışan her patalojik çerçeve sadece milleti ve hayatı fersuledeştirecektir. İnsanlık özümüzden geleni milli olan üzerinden insanlığa anlatmak ülküsü nicedir unuttuğumuz bir yitiğimiz değil mi?  Medeniyetçi bir asabiye ile millete gelecek asrı gösterip bunun arkasını da sahici işlerle doldurmak; başta açı doyurup çıplağı giydirmekle başlayarak hareket etmek en makul yol ve tarihin gösterdiği en gerçekçi hal gibi görünüyor. İnsanı ve insanlığı sevmeyi milli bir vecibe sayan Türk töresi bunun Kutadgu Bilig’de emek ve fayda prensipleri ile birleştirerek kendi iyisini ne güzel de anlatmış idi.

            İşte Türk adının bu muhtevası Türklerin aslında tarihte onların adlarından yola çıkarak tasnif edebileceğimiz iki ana coğrafyada yaşamalarını da sağlamıştır. Atsız beyin daha önce Doğu ve Batı diye tasnif ettiği bu tarihi bakışı ve süreklilik anlayışını biz Türkistan Çağı ve Türkiye Çağı olarak geliştirmek ve teklif etmek istiyoruz. Türk tarihinin de bu iki ana eksen üzerinden geliştiğini söylemek küre üzerinden Türk tarihinin hareket ve tezahür ettiği ana noktaları göz önüne aldığımızda yanlış bir tercih olarak görünmemektedir. İşte medeniyet merkezli kendözümüzü anlamak yolunda tarihe baktığımızda tarihimiz İslamiyetten Önce ve bir Dönem İslam çağında önce Türkistan merkezinde cereyan etmiş daha sonra oradaki tarihi seyir akışına devam ederken devlet merkezli ve medeniyet üretim sahasının ana coğrafyasının Doğu Akdeniz tarafına Yakın Şark’a kaymasıyla bu akış Türkiye çağı dediğimiz süreçte devam etmiştir. Bugün bu iki coğrafyada müstakil devletlerimiz ve çok şükür dalgalanan bayraklarımız vardır. Bu iki coğrafi çerçeve elbette bıçakla kesilir gibi birbirinden ayrı, farklı, alakasız alanlar değildir. Türkiye kavramı Türkistan’dan Türkistan Kavramı Türkiye’den ayrı değildir. Sakalardan Selçukluların İran’daki hâkimiyetine kadar Türkistan sonrası ise Türkiye çağı olarak düşünülebilir. İşte tam burada Türkiye kavramının tarihteki tezahürlerine bakmak gereği hâsıl oluyor.

            Türkiye kavramının ilk olarak Çin ve Bizans kaynaklarında yer aldığını görüyoruz. Karadeniz’in Kuzeyindeki coğrafya ve 6. Asırdan sonra ise Türkiye bugün Orta Asya denilen coğrafyayı ifade için kullanılmıştır. Çin Kaynaklarının Tie-le, Tu-jue gibi kelimelerle miladi 2. Asırda Altay dağları güneyindeki hakli anlatmak için bu tabiri kullandıkları ifade edilmektedir. Yine Hazar Kağanlığı'na Bizans kaynaklarında Tourkia (Türklerin Bölgesi) denildiği görülmektedir. Buraya dair bilgiler aktaran İslâm coğrafyacıları 9. asırdan itibaren Türklerin Orta Asya’da yaşadıkları bölgeleri Bilâdü’t-Türk (Türk ülkeleri) veya Arzu’t-Türk (Türk ülkesi) olarak ifade etmişlerdi. Yine İslâm coğrafyacıları 13. yüzyıldan beri Hazar Denizi'nden Çin’e kadar uzanan Türk ülkeleri için “Türkistan” ismi kullanmışlardı. Görüleceği üzere Türkiye kavramı Türkistan ile geçişken bir kavramdır. Lakin görüleceği üzere Orta Asya’dan Karadeniz’in kuzeyine olan bölge bu adı Türk adı ve varlığı münasebetiyle almış görünmektedir. Esasen Farsça ek ile kurulan Türkistan ile Arapça terkiple ile kurulan Türkiye aynı manayı ve durumu göstermektedir. Bu bakımdan ayrım sadece doğu-batı noktasındaki geçişi göstermek bakımından manalıdır. İrani kavimler Türklerin yaşadığı bölgelere Türkiye manasına Türkistan demişlerdi. İster Tourkia, ister Türkistan, İster Türkiye olsun hepsi aynı tarihi tezahüre işaret etmektedirler. Lakin Türklerin Karadeniz’in kuzeyinden Anadolu’ya Doğu Akdeniz’de Mısır’a ki burası Suriye’yi de kapsıyordu Türkiye olarak adlandırdıkları gerçeği tüm izahlardan vareste ve açıktır. Doğu tarihimizi Türkistan Batıyı ise Türkiye diye adlandırmayı seçmemizde bundandır. Bugün Orta Doğu olarak kullanılan kadük isim gelmeden önce buraların Türkiye olduğu gerçeğine işaret etmek isteriz. Türkiye isminin bu cümleden ortaya çıktığı ikinci coğrafya Biladu’r-Rum-Roma Ülkesi olan Anadolu’dur. 12. Asırdan itibaren burası artık Türk fethi ve varlığı ile kaynaklarda Turkhia olarak adlandırılmaya başlar. Türkler Rum ülkesini Türkiyye eylemişler ve bunu da harici kaynaklar ifade etmiştir. Meşhur gezgin Marco Polo İç ve Doğu Anadolu’yu Turcomanie veya Turquemenie /Turkomans (Türkmen ülkesi) ismiyle, Orta Asya’yı da Büyük Turkhia olarak tanıtmıştır. Burada görünen sadece bir etnik yığın değil kocaman bir medeniyet sahsıdır. On üçüncü yüzyılda artık Avrupa’nın esasen eski kullanımı da sürdürerek Altaylardan Tuna boylarına kadar olan bölgeyi Magna Turchia (Büyük Türkiye) olarak adlandırdığı da burada ifade edilmelidir. İşte tam bu sırada belki de ilk defa Türk adı bir devletin kendi resmi adı olarak Mısır-Suriye hattına isim olur. Modern isimlendirmelerin olmadığı bir çağda ed-Devle et-Türkiyye kavramı Arapça bir terkip olarak Türk Devleti manasında Türkiye isminin devleti kuran Memlûklere alamet olmak üzere kullanıldığını görüyoruz. Hülasa görüleceği üzere coğrafya Türklerin ayak bastığı, devlet ve şehir kurduğu her yerde töresinde muhtevi manasıyla birlikte coğrafyaya ad olarak tarihe izini bırakmıştır. Türkistanlılık olarak kavramlaştırdığımı mensubiyet mefkûresi işte bu çerçeveyi kapsayan bir yerden tarihe, insana, hayata ve medeniyete bakmaktadır. Görüleceği üzere Türkistan ve/veya Türkiye adı zoraki ve ideolojik bir dayatma ürünü olmayıp işaret ettiğimiz üzere nerdeyse tamamı Türklerin haricindeki kaynakların onların yaşadığı yerleri ifade manasında ortaya konulmuştur. İbn Battuta bile 14. Asırda buraya geldiğinde Biladu’t-Türk diyerek buradaki duruma işaret etmiş idi. Türk adı, Türkistan ve Türkiye ideolojik saplantı, paranoya veya şizofrenilerle idrakimize giydirilmiş deli gömlekleri değildir. Bunlar medeniyetçi bir milletin yaşadığı coğrafyalarda farklı toplumları da kapsayıp Türk çatısı altında bütünleştirdiği büyük bir medeniyet yapısının üst adıdır. Bu büyük vaziyeti etnik kompleksler yahut modernistçi gevezeliklerle, hümanist görünüşlü kimliksizler ve sinsi dini görünüme saklanmış hinliklerle gölgelemek en hafifinden rüzgâra tükürmek değil midir?    

             Kendözümüzü Türk kavramı ve medeniyet bilinci üzerinden 21. Asırda yeniden düşünmek mefkûre, mensubiyet ve mesuliyet açısından önemli görülüyor. Toplumların muhtevasındaki imkânlar ve dinamikler güncel olarak neye haiz ise o yapıdan oluşacak kültür ve medeniyetin buna muvazi olacağı unutulmamalıdır.

            Vesselam