Mehmet Akif: Bir dava ve aksiyon adamı
İnsanlar vardır, gelip geçerler, şu dünyadan; hiç yaşamamış gibi.
İnsanlar vardır, bir
gelirler, bir daha gitmezler; rahmetle minnetle şükranla anılır adları.
Yad edilirler, Kıyamete
dek.
Peygamberler, alimler, şehitler,
gaziler, kılık kırk yaran dürüst tüccarlar, Hakk’tan ayrılmayan şairler ve yazarlar…
İşte Mehmet Akif, dev
duruşuyla, sadece coğrafyamızın değil; ezilen, hor görülen, ötelenen,
asimilasyona uğrayan tüm insanların dilinde kah İstiklal Marşı, kah Bülbül, kah
Ordunun Duası’dır…
O bir şair, bir yazar,
bir hafız, bir müfessir, bir muallim, bir halk önderi, mandacıya karşı bükülmez
bir bilek, sarsılmaz bir yürek, bir cesaret, iman ve aşk adamı…
Çağını iyi okumuş,
sezgisi güçlü, ilmi irfanı yüksek gerçek bir aydındır, Mehmet Akif.
Osmanlı’nın parçalanışı
Arnavut asıllı şairi derinden yaralar:
“Arnavutlar size ibret olacakken hala
Ne bu şuride siyaset, ne bu fasid dava?
Görmüyor, gittiği yanlış yolu zannım çoğunuz
Size rehberlik eden haydudu artık kovunuz!
Bunu benden duyunuz… Ben ki evet, Arnavudum
Başka bir şey diyemem, işte perişan yurdum”
Teşkilat-ı Mahsusa,
Akif’i Almanya’ya gönderir. Görevi, İslam Birliğinin temellerini Almanya’da,
Avrupa’nın ta merkezinde atmaktır.
Daha Berlin’e ayak basar
basmaz, Alman sokaklarında bir karnavala rastlar. Papazlar en önde, her taşın
üstünde bir şair avazı çıktığı kadar bağırmaktadır.
Çengiler dönmekte,
Bremen mızıkacıları görülmemiş bir neşe içindedirler.
Sorar Akif:
“Nedir bu hal, neyin
kutlaması bu?”
Tercüman dönerek der ki:
“Bilmiyor musun, Kudüs,
İngilizlerin eline geçti. Haçlı zaferini kutluyorlar”
Akif’in hayreti artar:
İyi de, biz Almanlarla
ittifak değil miyiz? Almanlar, İngilizlere karşı savaşmıyor mu?
Tercüman tarihe kara bir leke olarak geçen şu
cevabı verir:
Evet, ama, o başka bu
başka. Söz konusu Hristiyanlığın zaferi olunca durum değişir.
Akif’in başından kaynar
sular dökülmüştür.
Öyle hazin bir tablodur
ki
Almanların elinde, İngilizlerin emrinde savaşan
Müslüman esirler
İngilizlerin Fransızların elinde, Almanların
emrinde savaşan Müslüman esirler
Alman esir kamplarında,
kızgın kumlara yatırılan on binlerce Bilal vardır. Taş ocağında çalıştırılan,
kürek cezası verilen, hücreye atılan müslümanları görür, Akif. Kampları tek tek
ziyaret eder.
Çaresizlik, eli kolu
bağlı olmak, Akif’i birkaç yaş ihtiyarlatır.
Selam ile bağ kurar.
Sabır telkin eder, Alemlere Rahmet Olarak Gönderilen Efendimizin, Hz.
Ebubekir’e söylediği ayeti tekrarlar:
“La tahzen innallahe meana
Üzülme, Allah bizimle”
Ümmet nasıl bir tuzağa
düşmüştür ki bütün esir kamplarında müslümanlar vardır. Ayağı parangalı
esirler, bulabildikleri suyla abdest almaktadırlar.
Bu hazin manzara, Ömer Seyfettin’in Forsa’sını
hatırlatır.
Esirlerin herbiri Hızır
Reis’tir.
Akif, uzun bir
yolculuktan sonra Istanbul’a döner.
“”Bu böyle yürümez” der
“Ben böyle durmayacaktım, dili bağlı
İslam’ı uyandırmak için haykıracaktım
Gür hisli, gür imanlı beyinler coşar ancak
Ben zaten uzun boylu düşünmekten uzaktım”
Teşkilatı Mahsusa yeni
bir görev verir, Akif’e:
Arabistan!
Akif artık, Lavrens’in
tahrip ettiği, İngiliz piyonu Şerif Hüseyin’in 3-5 binlik çapulcusuyla haince
pusu kurduğu Kutsal Topraklardadır.
Bunlar Müslüman olamazdı.
Bunlar olsa olsa Ebu Cehil’in, Ebu Leheb’in, Ümeyye’nin, Utbe’nin torunlarıydı.
Arif Nihat Asya’nın
ifadesiyle:
“Diller sayfalar satırlar
Ebu Leheb öldü diyorlar
Ebu Leheb ölmedi Ya Muhammed
Ebu Cehil kıtalar dolaşıyor”
Uhud Savaşı’nda okçuları
geri dönmeye ikna etmeye çalışan Müslümanlar gibi, Akif de rastladığı her
silahlıya, ”Sakın İngiliz’in oyununa
gelmeyin” diyor, yalvarıp yakarıyordu.
“Allah’ın ipine sımsıkı sarılın, dağılmayın
parçalanmayın” ayetini
okuyor, çetin bir mücadeleye girişiyordu.
Arabistan’da tam da “Her şey bitti” derken, yüzünde güller
açan bir haber ulaştı:
“Osmanlı, Çanakkale savaşını kazandı!”
Kolay değil, 14 ay süren
bir savaştı bu.
Akif’in içi içine
sığmıyordu:
“Asım’ın nesli… diyordum ya… nesilmiş gerçek
İşte çiğnetmedi namusunu çiğnetmeyecek.
Şuheda gövdesi, bir baksan, dağlar, taşlar…
O rüku olmasa, dünyada eğilmez başlar,
Vurulup tertemiz alnından uzanmış yatıyor,
Bir hilal uğruna Ya Rab, ne güneşler batıyor,
Ey bu topraklar için toprağa düşmüş asker!
Gökten ecdad inerek öpse o pak alnı değer”
Mekke’de, Medine’de,
Taif’te… hem İngiliz’in hem Şerif Hüseyin’in baskısı altındaki Müslümanlar, bu
zafer haberiyle günlerce bayram yaptılar.
Akif, Çanakkale Zaferi’ni
tüm Anadolu coğrafyasına duyurmalıydı.
Hak Batıl savaşı
inananların zaferiyle sonuçlanmış; iman, küfre galip gelmiş; işgalci katiller,
fetih ruhlulara boyun eğmiş,
“Top tüfekten daha sık, gülle yağan mermiler…
Kahraman orduyu seyret ki bu tehdide güler!
Ne çelik tabyalar ister, ne siner hasmından;
Alınır kal’a mı göğsündeki kat kat iman?”
Dizeleri dökülmüştü.
Daha yapılacak çok iş
vardı:
Mondros’un ağır şartları
Anadolu’yu bitkin düşürmüştü. Milli bir mücadele gerekiyordu. Köklerini Osman
Gazi’den, Fatih’ten, Yavuz’dan, Kanuni’den, Abdülhamid’den alan mübarek bir
dava idi bu.
Istanbul’dan binbir
güçlükle teknelere sokulan silahlar, İnebolu limanında mücahidlere teslim
ediliyor; kah kağnılarla, kah omuzlara alınarak Kastamonu-Ilgaz-Çankırı
üzerinden yurda dağıtılıyordu.
Çankırı Kışlası’nda
toplanan silahlar, Kalecik üzerinden Ankara’ya sokuluyordu.
Bu yol İSTİKLAL YOLU idi.
Akif, bizzat başında
bulunarak, silahların Anadolunun en ücra köşesine ulaşmasını sağlıyordu.
Bir taraftan da
Kastamonu Nasrullah Camisi’ndeki vaazlarıyla, imandan daha güçlü silah yoktur, mesajını veriyor…
Halid Bin Velid
Hazretlerinin:
“Sizin ölümden korktuğunuz kadar, bizim
şehadete susayan askerlerimiz var,” sözünü tekrarlıyordu.
Ve kara gün: Istanbul işgal edildi!
Strateji ve taktik
sahibi Akif, ani bir kararla Istanbul’dan ayrıldı. Artık yeni merkez
Ankara’ydı. Kadim dostu Ali Şükrü Bey ile Anadolu’nun kurtuluş haritasını
çıkardı.
İlk durak Balıkesir’di. Zağnos Paşa Camisi’nde binlerce kişiye dedi
ki:
“Bugün herkes varını yoğunu ortaya koymak
zorundadır. Allah’ın ismini yüceltmek için Karesi’nin kahraman evlatları,
vaktiyle ne büyük kahramanlıklar göstermişlerdi, bunu hepimiz biliyoruz.
Rumeli’yi baştanbaşa fethedenler bu topraklarda yetişen yiğitlerdi.”
Ne acıdır ki Bursa’nın
işgali haberi bütün Anadolu’yu yasa boğdu:
11 Aralık 1917’de Kudüs'ü işgal eden İngiliz komutanu
Allenby, dönüş yolunda Şam'da bulunan Selahaddin Eyyubi'nin mezarına vurarak; “Kalk
Selahaddin biz yine geldik” demişti.
Akif, Selahaddin
Eyyubi’yi andı birden:
“Sen ki son ehli salibin kırarak savletini
Şarkın en sevgili sultanı Selahaddin’i
Kılıç Arslan gibi iclaline ettin hayran
Sen ki İslam’ı kuşatmış boğuyorken hüsran
O demir çemberi göğsünde kırıp parçaladın”
Benzer bir tablo da Bursa’da yaşandı:
Yunan işgal askeri, Nilüfer Hatun’un kabrini, “Sen vaktiyle bir Türk’le evlendin”
diyerek tekmeleyip tahrip etmişti.
Bursa’nın işgali, TBMM’yi derinden sarsmış, kürsüye siyah bir
şal örtülmüş, milletvekilleri gözyaşına boğulmuştu. Siyah şal, işgal bitene
kadar kürsüde kalmıştı.
Venizelos’un oğlu Sofokles, işgal sırasında Osman Gazi’nin
türbesine girmiş,
“Senden ırkımın
intikamını almaya geldim. Bak kurduğun devlet parça parça oldu. Bursa’yı eski
sahibine iade ettik. Zelil neslin şimdi elimizde bir köle. Kalk! Seni bir daha
öldüreyim de ırkımın intikamını alayım!..” demiş,
Akif bu haberi duyar duymaz acı içinde “Bülbül” şiiirini yazmıştı:
“Ne
zillettir ki: Nakus inlesin beyninde Osman’ın;
Ezan
sussun, fezalardan silinsin yadı Mevla’nın!
Ne
hicrandır ki: En şevketli bir mazi serab olsun!
O
kudretler, o satvetler harab olsun, türab olsun!
Çökük bir
kubbe kalsın ma’bedinden Yıldırım Han’ın
Şenaatlerle
çiğnensin muazzam kabri Orhan’ın!”
Fakat en acısı da İzmir’in işgaliydi. Bulanık suda balık
avlayanlar, fırsat düşkünleri, hem mücadeleden kaçıyor, hem de Fransız, İngiliz ya da Amerikan mandasını
savunuyorlardı.
İngiliz Muhibleri
Cemiyeti bile kurulmuştu.
Akif, Anadolu halkını, mandanın,
en kötü işgalden bile beter olduğu konusunda uyandırıyordu.
İşgal bir gün sona ererdi, ama kültürel bozulmanın önü alınamazdı.
Akif, bir diğer kadim dostu Eşref Edip ile Sebilür Reşad’ı
çıkardı. Sebilür Reşad öyle tesir etti ki, Anadolu’da girmediği köy kasaba
kalmamıştı.
Akif’e göre, Milli Mücadele cihaddı. Çünkü Anadolu, emperyalist çizmeler altında inim
inim inliyordu.
Akif, ilk TBMM’nin Burdur milletvekili seçilmişti.
Arkasında milletin desteği vardı artık. Bu güven ve imanla,
eskisinden daha güçlü bir biçimde mücadele azmini tekrarladı.
Yunan askeri, Ankara’ya yaklaşmıştı. “Meclis, Kayseri’ye taşınsın!” diyenler bile vardı. Akif bu teklife
şiddetle karşı çıktı. Bunun halk üzerindeki olumsuz tesirlerini düşünüyordu.
Büyük bir gayret göstererek bu tekliften vazgeçirdi.
Yeni
savunma hattı Sakarya’da kurulmalıydı. Bu teklif de kabul edildi.
Zafer neredeyse kazanılmış, Anadolu’nun kurtuluşuna ramak
kalmıştı. Yeni ve genç devletin bir marşa ihtiyacı vardı.
Öyle bir marş olmalıydı ki, hem duygu yoğunluğuyla oluşan lirik, hem tarihsel süreci anlatan
didaktik, hem de cihad aşkını ortaya koyan epik unsurlar olmalıydı.
Bu marşı yazsa yazsa Akif yazardı. Çünkü o, bir masabaşı şairi değil, bir cephe şairi, bir mücahid, bir alperen,
kutlu yürüyüşe tanıklık eden gerçek bir dava adamıydı.
12 Mart 1921… Üzerinde arkadaşından aldığı emanet palto
olmasına rağmen, kendisine teklif edilen 500 lirayı reddetmiş,
“Ben milletim için yazdığım yazdığım bu
marştan para almam. Bu marş milletime aittir” demiş,
500 lirayı eski adı “Hilal-i Ahmer” olan
Kızılay’a bağışlamıştı.