19 Mart 2017

Mercedesli derviş olur mu?

Günümüzde çok tartışılan, demagojiye, kara propagandaya kurban giden bir konudur.

Genelde Müslümanların güvenilirliğini ve imajını zedelemek için, algı operasyonlarında kullanılan önemli bir imgedir, Mercedesli hoca imajı. En son Diyanet İşleri Başkanı Mehmet Görmez Bey'in makam aracı üzerinden bu tür bir algı operasyonuna şahit olmuştuk.

Gerçekten çoğu insanda, Mercedes'in içinde sakallı, takkeli bir adamı, yanında çarşaflı karısıyla gördüğümüzde kınamaya benzer duygular oluşur.  Ancak takım elbiseli, kravatlı bir adamı, sarışın bir bayanla benzer bir arabada gördüklerinde nedense aynı şekilde bir kınama hissetmezler. Hatta özenerek övgüler dizenlerde az değildir.

Sanki zengin olmak, güzel arabalara binmek Müslümanlara haram edilmiştir.

Sanki zenginlik ve iktidar Müslümanların hakkı değildir.

Sanki zenginlik ve dünya nimetleri, Avrupalı modern insana yakışır. Sadece onun layık olduğu doğal yaşam biçimidir.

İstiyorlar ki, İslam Budizm'e benzesin ve Müslümanlarda Uzakdoğu pagan dinlerindeki gibi fakir, fukara olmaya razı, sefil-sefalet bir hayat yaşasın.

Veya İslam Sosyalizme benzesin, zengin düşmanı, provokasyonlara açık, militan bir Müslüman modeli oluşsun.

İşte bu yüzden:

Tasavvuf, evliya, derviş denince ağzı var dili yok, etliye sütlüye karışmayan, “bir lokma, bir hırka” düşüncesini sadece zahiri manasıyla anlamış, miskin Müslüman algısını öne çıkarmaya çalışıyorlar.

Ebu Zerr el-Gifari (Radiyallahü Anh) gibi çok mübarek bir sahabenin hayatından bazı örnekleri çarpıtarak, bir takım karalama çalışmaları yapıyorlar.

Hz. Hatice annemiz başta olmak üzere,  Hz. Ebû Bekir (ra), Hz. Ömer (ra), Hz. Osman (ra), Hz. Abdurrrahman b. Avf (ra), Hz. Ebû Ubeyde b. Cerrah (ra), Hz. Sa'd b. Ebî Vakkas (ra), Hz. Talha b. Ubeydullah (ra), Hz. Zübeyr b. Avvam (ra) gibi zengin sahabelerinde olduğunu ve zengin bir Müslüman olarak nasıl yaşadıklarının bilinmesini istemiyorlar.

Müslümanlarla aynı safta namaz kılmış, aynı meydanlarda kılıç sallamış, sıkıntı çekmiş, bedel ödemiş, onlar gibi zengin, nüfuzlu ve güçlü Müslümanlar istemiyorlar.

Hz. Mevlana'nın, Mesnevi adlı eserinde “Denizler kadar mal kazan, ancak üzerinde gemi ol. Lakin su geminin içine girerse onu batırır” sözü önemlidir.

Yani sahip olunan zenginlik:

Dünya sevgisiyle kişiyi Allah'tan uzaklaştırmıyorsa;

Allah yolunda İslamiyet'in güçlenmesi için, Müslümanların sıkıntılarının giderilmesi için kullanılıyorsa;

zenginin kalbine kibir sokup, fakir Müslüman kardeşinden ayırmıyor, onun sofrasına oturmaktan alıkoymuyorsa;

kardeşiyle arasına sitelerin duvarlarını, randevu alınan sekreterleri, açılması zor kapıları, prestiji, statüyü koymuyorsa;

camiden, ibadetten, zikirden, tebliğden, cihattan uzaklaştırmıyorsa;

işte o zaman, ne mutlu o zengine ki, zenginliği onu Allah'a yaklaştırıyor, Müslüman kardeşleri içinde bir rahmet oluyor.

Şadi Sirazi'nin, Bostan ve Gülistan adlı esrinde, tüccar birkaç arkadaşın, seyahat ederlerken karşılaştıkları hırka giymiş sahte bir dervişe soyulmalarını anlatan bir hikâye vardır.

Sıkıntılar içinde yollarına devam ederlerken birkaç atlı ile karşılaşırlar. Bu atlılardan iyi giyimli bir bey dertlerini sorar ve onları misafir etmek ister. Beraber, büyükçe avlusu olan, geniş ve güzel bir eve gelirler. Birkaç gün beye ait bu büyük evde kalırlar. O beyin her gün kurbanlar kestirerek birçok kişiyi ağırladığına ve her dertlinin derdini tek tek dinleyerek yakından ilgilendiğine şahit olurlar. Bu arada o beyin gece çok az uyduğunu, gündüzleri çokça oruç tuttuğunu görürler. Adamlarıyla uzak seferlere gidip cihat meydanlarında kılıç sallayan züht sahibi bir gazi olduğunu öğrenirler.

 Züht sahibi olmanın fiili olarak fakir yaşamak değil, fakir veya zengin dünya nimetlerinin sevgisini kalbine koymayıp, kalben ve tüm varlığıyla Allah'a yönelmek olduğunu anlarlar.

Şimdi kendimize soralım. Mercedesleri, yatları, katları, çanta dolusu paraları olmadığı halde, üç beş kuruşluk zekâtını, sadakasını dahi vermekte zorlanan Müslümanlar olarak, ahiretteki hesabımızı ne kadar düşünüyoruz?

Zenginlerle yarışır gibi saplandığımız tüketim döngüsünde, kendi israfımızın, Müslümanlar ile olan kardeşliğimize engel olan kibrimizin farkına varıp, iç muhasebemizi yapabiliyor muyuz?

Kudüs kan ağlarken,

Suriye, Gazze, Arakan, Somali,  Mali, Bangladeş, Filipinler'de, hatta kendi ülkemiz, kendi şehrimizde açlıktan, soğuktan, şiddetten perişan olmuş kardeşlerimiz bulunuyorken;

Müslüman gıybet etmek yerine, kusur aramak yerine, su-i zanda bulunmak yerine, hoca, cemaat yarıştırmak yerine, klavye mücahidi olmak yerine;

zenginiyle fakiriyle, öğrencisiyle memuruyla, âlimiyle cahiliyle, televizyonu kapatıp sahaya inmelidir.

İlim meclisleri, sohbet ortamları sadece sokak aralarında, kenar mahallelerde, duvarların arkasında değil, meydanlarda, caddelerde, dükkânlarda olmalıdır.

Çanakkale'de şehit olan, gazi olan dedelerimize, imkânsızlıklar içinde büyük bir zafer kazandıran sahip oldukları imanlarıydı. Şimdi bizler, onlara göre çok daha geniş imkânlara sahip olsak bile, onların iman zenginliğine muhtacız. Rabbim bize de nasip etsin. Amin.