22 Aralık 2022

Milletken kitle oluşumuz yani savruluşumuz

“Bir zamanlar biz de millet, hem nasıl milletmişiz” diyerek başladığı şiirini; “Biz neyiz seyreyle artık bir de fikr et neymişiz” diyerek sürdürür milli şairimiz Mehmet Akif Ersoy. Gurur ve hüzün duyguları arasında gidip gelen bir vatanseverin ıstırabı sinmiştir dizelerine. Ne acı bir talih ve ne kadar kesif bir savruluş; milletken kitle olmak. Ve şanlı bir tarihe hor ve hakir bakmak. Yerine sığ ve köksüz bir sahteliği kucaklamak.

 

Oysa bu iki kelime birbirine ne kadar yabancı, birbirine ne kadar el. İsterseniz her iki kelimenin de sözlük anlamlarına bakalım. Türk Dil Kurumu Büyük Türkçe Sözlüğüne, göre millet: “Çoğunlukla aynı topraklar üzerinde yaşayan, aralarında dil, tarih, duygu, ülkü, gelenek ve görenek birliği olan insan topluluğu, ulus.” Kitle ise: “Bir yerde toplanmış, bir araya gelmiş insan topluluğu” (TDK, 2022) şeklinde tanımlanmaktadır.

 

Millet demek; inanç, vatan, tarih, ideal, kültür ve değerler demek. Oysa kitle bir yerde yani beton kaplı şehirlerde veya uydu kentlerde bir araya gelmiş insan topluluğu demek. Bakın ne kadar uzak bu iki kelime birbirinden. Millet demek kader birlikteliği yapmak demek; Malazgirt’te, İstanbul’da; Çanakkale’de. Millet demek; yüce ideallere sahip olmak ve bunlar uğruna yeri geldiğinde can vermek demek. Oysa kitle olmak için bunların hiçbiri gerekmemektedir. Aksine milletten topluma savruluşumuzun altında da bu istek yatmaktadır. Yani bizi bir arada tutan her neyse onu değersizleştirme, susturma, yok etme çabası.

 

Kitle; yani yönlendirilen, manipüle edilen, tüm gardı indirilen demek. Mana yerine maddeyle teskin edilen; fenomen olmak, şöhret olmak gibi yüce ideallere sarılan nisyan ile meşhur insanımız. Bugünkü hal-i pürmelalimiz (üzüntülü halimiz) bunların bir yansıması değil mi? Üstat İsmet Özel’in söylediği gibi;

 

“Şaşılacak bir dünyada yaşamaktı; öğrendik

Şimdi külçeler yüklüyüz şaşılacak bir biçimde

Külçeler yüklüyüz ve çıkmak istiyoruz yokuşu.”

 

Bugün hayata eleştirel bir nazarla baktığınızda nasıl kitleleştirildiğimizi görebilirsiniz. Tasarlanmış bir hayatın içinde yaşıyoruz. İnançları, değerleri, kelimeleri, duyguları, korkuları, alışkanlıkları hatta bedenleri dahi tasarlanmış insanlar kalabalığıyız. İlahi tasarımdan bahsetmiyorum çünkü orada insanın ve kainatın fıtratına aykırı bir durum yok. Fakat kendince ilahi tasarıma meydan okuyan ve onu bozmak için çabalayan hadsiz bir sahte tasarım benim anlatmak istediğim.

 

Bu büyük oyunun (ulus devletlerini ve kimliklerini yok etme) bir yansıması olarak bizlere armağan edilen yeni kavram “dünya vatandaşlığı” kavramı. Dünya vatandaşlığı yani; hiçbir mukaddesatı, mefkuresi, ortak ideali ve mazisi olmayan; yeni inanışlar, alışkanlıklar ve yaşayışlar kazandırmaya müsait; ikna edilmiş ve kanıksamış bireyler topluluğu. İnancından, kültüründen, değerlerinden, ailesinden koparılmış; köksüz ve bağsız, rüzgarların merhametine muhtaç bırakılmış kuru bir yaprak. Fiziksel görünümü, inancı, düşünceleri, duyguları ve alışkanlıkları tasarlanmış yeni insan. Modern insan!

 

Merhum mütefekkir Cemil Meriç, kültür ve değerleri milletlerin manevi vatanları olarak görür ve şöyle der; “İrfanımızı maziye bağlayan köprüleri berhava ettik. Her nesil, fetihlerini kendisiyle beraber mezara götürüyor.” Üstada göre kurtuluş ancak “şuurla” mümkündür. Yani görünenin ardındakini görmekle; ferasetle, gayretle, samimiyetle meydan okuyabilir, karşı koyabiliriz bu istilaya. Ve toprakların istila edilmesinden daha tehlikeli olan ise zihinlerin ve duyguların istila edilmesidir.

 

Sözlerime, belki üzerimize alınırız temennisiyle bir ayet ile son veriyorum. “Siz, insanlar için ortaya çıkarılmış en hayırlı ümmetsiniz. İyiliği emredersiniz, kötülükten alıkoyarsınız ve Allah’a inanırsınız. Ehl-i kitap da inanmış olsalardı elbette onlar için hayırlı olurdu; içlerinden inananlar da var, fakat çoğu yoldan çıkmıştır.” (Âl-i İmrân Suresi- 110. Ayet).

 

Vesselam…