08 Eylül 2020

Millî eğitim millî ve “bağımsız” mıdır?

27 Aralık 1947 tarihinde imzalanan “Fulbright Anlaşması”yla eğitim sistemimizin esaret altına girdiğini hatırlayan var mı? Bu meşum tarihte Türk millî eğitim sistemi istiklâlini, yâni millîliğini kaybetti, sömürge ülkelerinin eğitim sistemine dâhil oldu. ABD'nin, Fulbright Komisyonu'nu kullanarak iktisadî ve kültürel işgali altındaki ülkelerde sömürge eğitim siyasetini sürdürdüğünü uzun uzun anlatmaya lüzum görmüyorum. Kemalist Cumhuriyetçiler “tam bağımsızlık…” dediler, ama söyledikleri martavaldan ibaretti. 1927-1947 arası koyu bir seküler ve pozitivizmin Kemalizm'le sentezlendiği Türk millî eğitim sistemi millet çocuklarını mankurtlaştırmış ve İslâm mâzisinden koparmıştır.                                                                     

Amerikan Fulbrigt Anlaşması millî eğitimin istiklâlini kaybedişidir                                                                                   

1947'de Milli Eğitim'in dışında Millî Savunma, Gençlik Spor, Maliye gibi birçok bakanlıklar Amerikan uzmanlarının, yâni CIA ajanlarının kontrolüne bırakıldığı solcusundan sağcısına kadar yakın siyasî tarih kitaplarında yazılıdır. 1930'lı yıllarda başlayan Amerikan muhibliği uğruna Ayasofya'yı veren Kemalist rejim 1947'de Amerikan “Fulbright” anlaşmasıyla Türk millî eğitimini Amerikan komisyonlarına resmen devretti. Aynı tarihte Türkiye ve Amerikan devletleri arasında Eğitim Komisyonu kurulur. Fulbright Anlaşması Sevr anlaşmasının eğitim kapitülasyonu, yâni teslimiyet belgesidir. Daha acıtıcı ifadeyle, İngilizlerin Hindistan'da, Fransızların Cezayir ve Tunus'ta tatbik ettiği sömürge eğitim sisteminin benzeridir. Millî Mücadele ruhuyla İstiklâl Savaşı'nda kovduğumuz Batı'ya eğitim sistemimizi devredişimizin utanç sayfasıdır bu anlaşma.                                                                                                     

 Bilgi kaynağımız 11 Kasım 2017 tarihli “Fikriyat.com” dergisinden gerçek yüzü sömürge eğitim anlaşması olan “Fulbright Komisyonu” nun derin faaliyetlerini hülâsa ederek donmuş millî şuurumuzu bir parça uyandıralım:

Komisyon, dört Türkiye üyesi, dört de Amerikan üyesi, yâni C.I.A ajanı olmak üzere sekiz üyeden oluşmaktadır. Amerikan'ın Türkiye'deki diplomatik misyon şefi, sömürgeleştirme komisyonun fahrî başkanıdır. Millî eğitime yön veren bu komisyonun başında Amerikan Büyükelçisinin olması katmerli bir zillet. Osmanlı asırlarındaki Türk İslâm değerlerinin müfredata sokulmaması şartıyla laik seküler ve Amerikan düşmanlığının işlenmediği bir eğitim sisteminin tepeden inme yürürlüğe girişidir Fulbright Anlaşması. Kemalist “Mağlubiyet ideolojisi” nin oluşturduğu sömürge aydını ve idarecilerinin itirazı olmadı millî haysiyetimizi zedeleyen bu anlaşmaya.                                                                       

Millî Mücadele'de harim-i ismetimize düşman Batı'yı sokmadık. Fakat Kemalist Cumhuriyet rejiminin eliyle eğitim sistemimizin Amerikan devletine peşkeş çekilmesi utanç verici bir gerçek. Kemalist devletin ikinci şefi İnönü iktidarında yapıldı bu utanç verici anlaşma. Anlaşmaya göre Amerika'nın Türkiye'ye göndereceği uzmanlar, araştırmacı, öğretim üyesi adı altında bir nevi sömürge ajanları geleceğin seküler ve Amerikan muhibbi Türk idarecilerini yetiştirmek üzere, Amerika'ya götürülecek talebe, üniversite öğretim üyesi ve kamu bürokrasisinde yer alacak elemanları tesbit etmekle vazifelidirler.                                                                                                       

18 Mart 1950'de Kemalist İnönü Chp Hükümeti döneminde pekiştirilmiş şekliyle Resmî Gazetede yürürlüğe giren sömürge eğitim anlaşmasından bir müddet sonra iktidar olan Demokrat Parti'nin Amerika yanlısı siyasetiyle “Fulbrigt Komisyonu” daha da mütehakkim bir şekilde hükmünü sürdürür. 27 Mayıs Darbeci hükümetlerinde, 1965 Demirel Hükümeti, 1971 Askerî Muhtıra Hükümetleri, 1. ve 2. Milliyetçi Cephe Hükümetleri, 12 Eylül Cunta Hükümeti, Özal Hükümetleri ve bugünkü Ak Parti Hükümetlerine kadar hükmünü sürdürmektedir.                                                                                                            

Millî eğitim millîliğini ve “bağımsızlığını” Kemalist dönemde kaybetti                                                                                  

Kemalist Tek Parti Dönemi'nde millîlik kavramı “modernleşme-Batılılaşma” yerine kullanılıyordu. M. Kemal'in 1924'de millî eğitimden kastı ve hedefi “Üçyüz milyon İslâm var, aldıkları mânevî terbiye esaret zincirlerini kırabilecek bir meziyeti verememiştir, çünkü terbiyenin hedefi millî değildir.” Millî eğitimi dinî eğitimin alternatifi olarak görüyordu ve “Bunun yolu yabancı kültürlerin tesirinden uzak millî bir eğitim sistemidir” diyordu. “Yabancı kültürlerden” kastı Arapça, yâni İslâm kültür, eğitim, harf ve yazı dilidir. 1930'da yılına ait bir konuşmasında da “Türk milleti, millî hissi dinî hisle değil, fakat insanî hisle yan yana düşünmekten zevk alır…” diyen M. Kemal'in bu “aforizma” sında millî kavramı tersyüz ediliyor. (Türk Eğitim Düşüncesi Tarihi, Anı Yay s. 235, Ankara)                  

   1928'e kadar Din dersleri eğitimdeki yerini az çok korusa da 1929-30 öğretim dönemiyle birlikte din derslerinin tamamen kaldırılmasını ve bu inkılâbın adına da “millîleşmek” denmesini hangi millî akıl ve vicdan kabul eder? 1924 tarihli Tevhid-i Tedrisat Kanununda yapılan sözde ıslahatla “millî eğitim prensiplerinden” “dini eğitim” ifadesinin kaldırılmasını, Hasan Âli Yücel'in “dinî eğitimden dünyevî eğitime geçişin dönüm noktası olduğunu” söylemesini ve Kemalizm'in ikinci şefi İsmet İnönü'nün bu kanundan hareketle “dinî terbiyenin yerini millî terbiye almıştır” demesini millî kavramıyla telif etmek mümkün mü?                                                                                              

Kemalizm'in millî eğitim anlayışı dinî eğitimin alternatifi ve muarızdır                                                  

   Kemalist reformcu Maarif Vekili Mustafa Necati daha şedittir; millî eğitim kavramını dinî eğitimin alternatifi ve muarızı olarak târif eder ve bu târif üzere resmîleştirir. Cumhuriyetin millî eğitim anlayışı dinî, yâni İslâmî olana karşı bir sistemdir artık. Bu yüzüyle yürürlüğe konan yeni millî eğitim sistemi bir baştan bir başa İslâmî değerlerden arındırılmış seküler ve pozitivist düşünce, pedagoji, davranış bilimi ve edebiyat metinlerinden ibarettir. Orta öğretimden üniversiteye kadar ders kitaplarının sözde millîleştirilmesi böylesine hainâne bir inkılâpla yapılabilir ancak. İçinde tek kelime İslâm ve Müslümanlık kelimesi geçmeyen Ahlâk eğitiminin “laik ahlâk” kavramıyla işlenen ders kitabına “millî” demek gerçek millî kavramına ihânetin daniskasıdır. Kemalist Cumhuriyet'in ağır toplarından Yakup Kadri Karaosmanoğlu eğitimin gayesini “Mâzi ile hiçbir alâkası olmayan” nesiller yetiştirmek olarak târif ediyor: “Çorak Asya'yı hatırlatacak tek bir iz, tek bir gölge” kalmaması gerektiğini köpürterek anlatıyor. 

Kemalist millî eğitimin Lise Tarih Kitapları                            

  Türk eğitim sisteminin millîliğini ve “bağımsızlığını” Kemalist dönemde kaybettiğine dair küçük bir örnek. 1931'den 1941'e kadar liseler de okutulan dört ciltlik tarih kitapları Kemalist inkılâpçı nesiller oluşturmak için M. Kemal'in bizzat yazdırdığı kitaplardır. İslâmî mâzi ve değerlere sahip Türk tarihine değil, “Türklerin uygarlık kurmuş ilk kökeni” olarak Hitit, Sümer, Frigya, Lidya gibi Türk ve Müslüman olmayan pagan topluluklara yer verilmiştir. Bunun neresi millîdir? Müslümanla aynı mânaya gelen Türk'ün dinini, peygamberini, Allah inancını ve medeniyetini inkâr eden Lise 1 kitabının giriş yazısından yaptığımız özeti “lâ havle…” çekerek okuyunuz: “Filhakika insan, tabiatın mahlûkudur. Hayatın büyük kaidesi de tabiate tâbi olmaktır. Tabiatte hiçbir şey yok olamaz. Ve hiçbir şey yoktan var olamaz. Yalnız tabiati vücude getiren varlıklar, tabiatın kanunları icabı olarak şekillerini değiştirirler. Arzın ve hayatın mütalea ve tetkiklerinde bu hakikat pek açık görülür. Fakat şunu söyliyelim ki insanların bütün bilgileri ve inanışları insanın zekâsı eseridir. Zekâ tabiî olan dimağdan (beyinden) çıkar. Bundan tabiatı anlamakta zekanın, en büyük cevher ve müessir olduğu anlaşıl­dığı gibi tabiatın fevkinde (üstünde) ve haricindeki bütün mefhumların, insan dimağı için kendi tarafından uydurma şeylerden başka birşey olmıyacağı meydana çıkar.… Muhammed birdenbire Allah'ın Resûliyim diyerek ortaya çık­mamıştır. O, Arapların ahlak ve adetlerinin pek fena ve pek iptidaî ve ıslaha muhtaç olduğunu anlamış, bunları ıslah için tenha yerlere çeki­lerek senelerce düşünüşten sonra kendisinde vahiy ve ilham fikri doğ­muştur. Vahiy ve ilham fikri Muhammed'ten evvel de Araplarca meç­hul değildi. Bütün iptidaî kavimler gibi, Araplar da, şairlerin, akıl er­diremedikleri kuvvetlerden ilham aldıklarına inanırlardı. Bu kuvvet­ler Araplar için cinlerdi. Cinler, gûya kahinlere kayıptan haber ver­mek kudretini ilham ederlerdi. Bu nevi itikatlar Arabistan'da her za­man o kadar canlı ve derin olmuştur ki, Muhammed dahi cinle­rin vücuduna samimî olarak inanmıştır. O, hakikaten cinlerin, şair­lere, şiir ilham ettiğine kani idi. Araplar şairleri bir kâhin gibi te­lakki ederlerdi. Muhammed'in Musa, İsa dinlerine dair öğrendik­leri de kendisinde bu itikadı kuvvetlendirmiştir. Bu Peygamberler de melekler vasıtasiyle ilham aldıklarını söylemişlerdi. O dinlerde de cin ve melek telakkisi vardı. Dinler nazarında cin­ler kötü ruhlar olduğundan Peygamberler onlardan mülhem olmaz­lardı. Muhammed'de diğer Peygamberler gibi kendisine ilham eden kuvvetin insanları iğfal eden bir kuvvet olmayıp, onları hayır ve saadete irşat eden ilahî bir kuvvet olduğuna samimî olarak inandı. Muhammed uzun bir devredeki tefekkürlerin mahsulü olan ayetleri lüzum ve ihtiyaçlara göre takrir ediyordu. Bununla beraber kendisini tahrik eden kuvvetin tabiat fevkinde bir mevcudiyet oldu­ğuna samimi surette kani idi. Muhammed'i harekete getiren ilk amil bu samimî heyecanlar olmuştur.” (Medeni Bilgiler ve Atatürk'ün El Yazıları, Prof. Afet İnan, Türk Tarih Kurumu Y. 2 Baskı, 1988) Ayrıca bkz. Türkiye Cumhuriyeti ve Türk Devrimi, Prof. Afet İnan, Türk Tarih Kurumu Y. 1998) Kemalist tarihçilerin kaleminden çıkan bu şenî yazı diyor ki: Peygamberlik de vahiy de insanlar tarafından oluşturulmuştur. İslâm çöl hurafesidir. Allah kavramı insanların kendi vicdanlarından doğmuştur. Vahiy, Muhammed'in kendi sezgi ve bilgileridir. Manzum bir şekilde yazmıştır ve âyet denilmiştir. İfsad edici bu kitap millî eğitimin baş kitabı olarak okutuldu. Faciaya harf inkılâbını ve Köy Enstitülerindeki lâdinî ve pozitivist eğitimi de kattığımızda millî kavramının gördüğü zulüm “Moğol zulmünden” daha ağırdır.

Cumhuriyetin millî eğitim temelini biri Yahudi üç ecnebî atıyor                                                                               

Kemalist eğitim anlayışının temel kaynağı Batı'nın seküler, pozitivist ve evrimci eğitim anlayışıdır. 193O'un başında Batılı zihniyet ölçülerine dayalı bir eğitim sistemi için Türkiye'ye, John Dewey, Künhe, Albert Malche gibi isimler M. Kemal tarafından bizzat dâvet edilir ve Türk millî eğitimi bu ecnebî eğitimciler eliyle şekillendirilir. Pozitivist, lâdinî, seküler ve hümanist düşüncelerdir “yeni” millî eğitimin esasları. İslâm ve gelenek tart edilmiştir.                                        

Amerikalı eğitimci Dewey; pozitivist ve darvinisttir. Dewey'e göre, “eski din anlayışı, değişmez dogmalar ve ahlâk kurallarına olan inanç, insan zihnini bir görüşe bağlama ve hapsetmeyle eşanlamlıdır. Bu tür bir inanç, insanın hayâl gücünü ortadan kaldırır.” Orta öğretim ve üniversite eğitim raporunu tafsilatlı bir şekilde hazırlayıp kabul ettiren isimdir. M. Kemal ve devrin Eğitim Bakanı Mustafa Necati Dewey'in hayranıdır. Âlây ü vâlâ ile karşılanır, büyük masraflarla Türkiye'nin birçok köşesi gezdirilir. Büyük maaşlar ödenir. Bir sultan gibi muhatap alınır. Meşhur Prof. M. Fuat Köprülü ve İsmail Hakkı Baltacıoğlu ile istişare eder. Darülfünun'u “çağdışı ve dinî” bularak kapatılması gerektiğine dair raporu hazırlayan kişidir. Kimse itiraz edemez. Rapordan iki gün sonra Darülfünun kapanır ve Batılı zihniyet ve müfredata sahip İstanbul Üniversitesi'ne dönüştürülür. (G.Ü. Gâzi Eğitim Fakültesi Dergisi Cilt 21, Sayı 3 (2001) 193-207)                                                                                                               

 “Darülfünûn Emini” İsmail Hakkı Baltacıoğlu, “Dewey ile pragmatizm felsefesi, Avrupa'da Amerika tedrisatının tesirleri, Belçikalı Dr. Decroly'nin kurumu, laisite (laiklik) meselesi, Darülfünûn'un ıslahı gibi konularda konuşma yaptıklarını” söyler. Maarif Müsteşarı M. Fuat Köprülü de "Dewey'in, çok maruf bir terbiye mütehassısı" olduğunu beyan eder. “Mağlubiyet ideolojisinin” yâni Kemalist Cumhuriyet'in en seçkin aydınlarıdır bunlar. Eğitim sistemimizin ecnebi zihniyetine teslimindeki bir başka isim, İsviçre Üniversitesi pedagoji profesörü Albert Malche'dir. Dewey ile aynı zihniyettedir. Pozitivist, evrimci, seküler ve deist. 1931' de dâvet edilir. Dewey'in raporunun benzeri olan İstanbul Üniversitesi ve Millî Eğitim Bakanlığı raporlarını hazırlar.                 

Kemalistlerin dalâletiyle millî eğitim kimlik değiştiriyor                                                                                             

1925'de Kemalist Cumhuriyet'in şefleri tarafından yüksek ücretlerle Türkiye'ye dâvet edilen Alman Yahudi eğitimci Alfred Kühne'nin varlığı millî haysiyetimize dokunan bir başka utanç verici vak'adır. Ortaokul, lise ve üniversitelerde Almanca'nın ders olarak okutulmasının pozitivist, deist ve aşırı laikçi Künhe'nin tâlimatı ile başladığını öğrendiğimizde muasır Kemalist Cumhuriyet'in “tam bağımsız” bir Türk ideolojisi olduğuna inanmamız mümkün mü? Kühne'nin raporu hızla Batılılaşmayı teklif ediyor. Bu raporların hiçbirine itiraz edilmediği gibi, eksiksiz uygulanır.                                                                       

Nazi Almanya'sından kaçan bilim adamı ve eğitimcilerin el üstüne tutulması zavallılık ve âcizlikten başka nedir? Üniversitenin, yâni darülfünûn'un müfredatında oluşturdukları yabancılaşmanın bugün kimse farkında değil. İdrak ve millî şuurumuz kirlenmiş bir kez. “Bağımsız” ve “millî bir Türk eğitimi” diye propaganda edilen bu zavallılık o noktadadır ki 1934'de Türk profesörleri “70-90 TL alırken, yabancı profesörler 780-1180 TL arasında” maaş alıyorlardı. Bir başka zulüm de “emin” yerine “rektör”, “fakülte reisi” yerine “dekan”, “müderris” yerine “profesör”, “müderris yardımcısına” “doçent” denilmesidir.  Sözde millî eğitim adına binyıllık tâlim ve terbiye unvanları da ecnebileştirildi. (Dergi Park: 4, Yaz 2012/1/ Atatürk'ün liderliğinde üniversite reformu)                                           

Maarif Vekili Dr. Reşit Gâlip döneminde üniversitedeki Türk akademisyen kıyımını ve ecnebi akademisyenlerin el üstünde tutuluşunu merak edenler gösterdiğimiz kaynaklardan okuyabilirler. Millî eğitim üstüne düşünen ve siyaset yapan herkes millî kavramının doğrusunu bilmek mecburiyetindedir. “Doğan Büyük Türkçe Sözlük” den: “Millî: Millete ait, millete has, milletle ilgili, millete mensup…” Millet de din, yâni İslâm üzere olan topluluk demektir. Türklerde millî eğitim bu mânada millîdir. Millîliğin aslî mânasından koparılıp millî eğitimin nasıl başkalaştırıldığını öğrenmeden, sancısını çekmeden millî eğitim sistemimiz niçin bünyemize uymuyor, şikâyetini daha çok yaparız.  Hâsıl-ı kelâm; millî eğitimin millîliği ve “bağımsızlığı” dipten başa şüpheli… Ağır soruyu bir daha soralım: Millî eğitim millî midir yahut ne zaman millîleşecek?