30 Eylül 2016

Muasır medeniyet seviyesine çıkmanın bedeli bunlar…

17 Şubat 1923'te İzmir İktisat Kongresinin açılışında konuşan Gazi, ilk kez net olarak Türkiye'nin hedefini ilan ediyordu; muasır medeniyetler seviyesine ulaşmak.

Gazi'nin muasır medeniyetlerden kastı, yaralı avını zevkini yaşayarak parçalayan sırtlanlar misali koca bir imparatorluğu dizleri üzerine düşüren Avrupa ülkeleriydi.

Daha düne kadar hem kendi ülkesinin hem de dünyanın geri kalanının ümüğüne binen zalimleri ‘muasır' olarak tanımlarken bir ironi yapmış mıdır bilemem.

Lakin muasır medeniyetler düzeyine işaret ederken ‘sırtlanlarla baş edebilmek için onların iktisadi, ilmi, sosyal ve kültürel düzeyinde olmak gerekir' demeye getirmiş olabileceğine inanıyorum.

Öte yandan gerek ülkenin güvenliği gerekse milletin refahı açısından muasır (gelişmiş) medeniyetler düzeyine ulaşma fikri yanlış bir hedef değildi elbette.

İmparatorluğun geldiği en son noktanın korunması ve devletin ayakları üzerinde durabilmesi için gerçekten de her alanda dışa bağımlı olmaktan kurtulmak, sanayisel, bilimsel, kültürel ve sanatsal üretimler açısından özgün tarz ve markalar yaratmak gerekiyordu

Bu noktada tek problem, hedef konulduktan sonraki zamanda ülkeyi yöneten iktidarlara ve millete ezberletilen bir algıydı. Uzun bir zaman değişmeden kalan o yanlış algıya göre sanki Türkiye muasır medeniyetler düzeyine ulaşmaya çabaladığı sürece, halihazırda o seviyede bulunan ülkeler (Batı) onun çabasını takdir edecek ve desteklerini sürdüreceklerdi.

Oysa gerçek tabii ki öyle değildi.

Ülkenin Batı-sever kesimine bugün dahi bunu anlatmak mümkün olmasa da dost ve müttefik gördüğümüz muasır medeniyetler aslında Türkiye'nin o seviyeye ulaşmasını pek gönülden istemediler. Üstüne engellemek için ellerinden geleni de yaptılar.

Muasır medeniyetler seviyesi, muasır geçinen ülkelerin yüzlerce yıl zorbalıkla ve vahşi yöntemlerle yaptıkları sömürü ve dünya kaynaklarını kontrol etme heveslerinin yeni çağdaki makyajlanmış söylemiydi çünkü.

Sürdürdükleri pis işlerin devamlılığını sağlamak için ülkeleri ‘eğer söylediklerimizi yaparsanız bir gün siz de bizim seviyemize ulaşırsınız' yalanıyla oyalayıp durdular.

Türkiye de tıpkı diğerleri gibi yıllarca o seviyeye ulaşacağının hayalini kurdu. Hem de çabalarının sonuçsuz bir oyun olduğunu, uğraşlarının onu muasır medeniyetler seviyesine yaklaştırmaktan çok uzaklaştırdığına defalarca şahit olurken.

Bu oyun, Türkiye'yi hastalığının iyileşeceği umuduyla sürekli ağır ilaçlar kullanmak zorunda kalan bir hastanın durumuna benzetiyordu. Tedavinin iyileştirmek amaçlı olmadığını fark etse de doğrusu muasır ülkelerin ilaçlarını reddedecek ne siyasi ne de mali gücü vardı. Recep Tayyip Erdoğan ortaya çıkana kadar bu oyun sürdü.

Ülke gerçek anlamda ilk kez onunla birlikte kendi özgün tedavi yöntemine başladı.

Türkiye'nin son yıllardaki başarılı ekonomik performansı, Batı'nın iyileştirmekten çok süründürmeyi amaçlayan acı reçetelerini bir kenara fırlatıp, atmasıyla oldu.

Böylece, iyileşme umudunu yitirmeyen ama yattığı yataktan arada bir doğrulmak dışında bir türlü işine gücüne bakacak şekilde kalkamayan hasta, sonunda kendi ayakları üzerinde doğrulmaya başladı.

Yıllarca iliğini emen IMF belasından muasır medeniyetlerin kendisine yazdığı acı reçeteleri kaldırıp attığında kurtuldu.

Kimsenin hayal dahi edemeyeceği dev projeleri onların ilaçlarını almayı reddettikten sonra hayata geçirebildi.

İzlenen doğru ekonomik politikalar sayesinde kişi başına düşen milli gelirini artırıp, ekonominin motor gücü orta sınıfının oranını %20'lerden yüzde 40'lara ulaştırabildi.

Türkiye, sonunda onca engellemeye karşın muasır medeniyetlerin sofrasında oturacak seviyeye geldi.

Tabii ki o sofrada kalıcı olmak için hem o sofranın daimi üyelerinin ekonomik gücünde olmak gerekiyor hem de dönen dolaplardan haberdar olmak gerekiyor.

Türkiye, bugün sofradaki gücünü artırmak ve diğerlerinin de o sofraya oturmasını sağlamak adına dışarıda kalan ülkeleri dönen dolaplar hakkında adeta bilgilendiriyor, uyandırmaya çalışıyor.

Türkiye'nin ekonomik değişim ve dönüşüm hedeflerini bölgesinden öte Afrika'ya, Güney Amerika'ya,  Asya'ya taşımak istemesi de...

Kurtlar sofrasında varlığını sürdürmek,  sofrayı adil bir paylaşıma açmak adına hem İslam coğrafyasının hem de dünya mazlumlarının temsilciliğine soyunması da…

Dünyanın ‘beşten büyük' olduğunu korkusuzca dillendirmesi de bundan.

Fakat öte taraftan Türkiye'nin devleti ve milletiyle, çok boyutlu bir saldırı altında olmasının nedeni de hiçbir zaman gönülden istenmediği muasır medeniyetler düzeyine ulaşmış olmasından kaynaklanıyor.

15 Temmuz işgal girişimine Batı'nın şaşırtıcı düzeyde sessiz kalmasının da, bugünlerde üst üste yaşadığımız demokratik, ekonomik ve sosyal hayata ilişkin saldırıların merkezi olmasının da ardında sofralarına ortak olan Türkiye'ye duyulan öfke yatıyor.