Müfredattaki sanat - 2 : Doktrin bunalımı
Müfredat yazılı ve sözlü ders aktarımında en önemli belirleyici gibi görünürken sahadaki uygulamalara bakarsak eğitimci inisiyatifi öne çıkıyor. Başarılı ve idealist eğitimci elbette müfredattaki çıkmazı, bilgi kıtlığını, verimsiz uygulama tecrübelerini aşarak farkını ortaya koyabileceği yeniliklere başvurabiliyor, dersini sevdirerek öğrencilerinin gönlünü kazanabiliyor.
Üniversite yıllarımda eğitim fakültesi öğrencisi olan
herkesin sinema klasiği olan Ölü Ozanlar
Derneği (Dead Poets Society) filmini izlemesi âdeta bir zorunluluktu. Bütün
eğitim fakültelerinde durum böyleydi ve okul içinde filme özel gösterimler
yapılırdı. Hâlâ böyle mi bilmiyorum ama hocaların kitabını ya da filmi tavsiye
ettiğini duruyorum.
Ölü Ozanlar Derneği,
Amerikalı yazar N. H. Kleinbaum’un 1988’de yayımladığı kitabı. Kitabın
yakaladığı büyük başarı sebebiyle bir yıl sonra (1989) Peter Weir
yönetmenliğinde, Robin Williams’ın başrolünde sinemaya uyarlandı. Williams’ın
oynadığı John Keating karakteri, geleneklerine sıkı sıkıya bağlı ve öğrencilerin
yarış atı gibi ağır disiplinle çalıştırıldığı bir okulun eğitim kadrosuna dâhil
olmasıyla okulun eğitim anlayışına aykırı bir yaklaşım sergilemesini ve bu
durumun öğrencilerde meydana getirdiği değişim ve dönüşümü anlatıyor.
Keating bir edebiyat öğretmeni. Edebiyatı bir müfredat
mecburiyeti olarak görmeyen bu aykırı öğretmen sayesinde gençler, edebiyatın
aslında bir sanat dalı olduğunu, klasik metinleri okumanın verdiği hazzı
keşfediyor.[1] Okuldaki geleneksel eğitim çerçevesinin
dışına çıkan gençler Mary Shelly, Shakespeare, Lord Byron gibi dönemini sarsan
şair ve yazarları eğitim kalıplarından uzak bir gözle okumaya başlıyorlar. “Ölü
Ozanlar Derneği”, Keating’in kendi öğrencilik döneminde içinde bulunduğu bir
edebiyat kulübüyken okula öğretmen olarak dönüşüyle gençler arasında yeniden
hayata buluyor.
Gençler, kapıları sonuna kadar açılan büyülü dünyada
kendileriyle de yüzleşiyorlar. Bunun
sonucunda öğrencilerden biri intihar ediyor. Keating’in okula gelişinin
ardından öğrencilerdeki değişim, dönüşüm ve sarsıcı dışavurumlar okul
idaresinin de kısa zamanda dikkatini çekiyor ve olaylar tersine bir ilerleme
göstermeye başlıyor.
Ölü Ozanlar Derneği,
eğitimin, disiplinin, yerli yersiz kuralların, özellikle ferdin kendini bulma
gayretiyle dopdolu olduğu yaşlarda ne tür sonuçlara gebe olduğunu, eğitimdeki
evrensel sorunları, öğrenci-öğretmen ilişkisindeki sınır meselesini doğrudan
ele alan özel yaklaşımlar içeriyor. Bu bakımdan her eğitimcinin
okuması/izlemesi konusunda haklılık payı var. Çünkü bir eğitimci müfredatı
mutlak sınır kabul ettiğinde, ne zamanı ne de kendinden sonra gelen nesilleri
anlayamayan bir körlük ve sağırlık içinde buluyor kendini.
Ülkemizin eğitim tarihi göz önüne alınınca Ölü Ozanlar Derneği bize bir noktaya
kadar yardımcı olabiliyor. Batı’nın şikâyet ettiği ve kitaba/filme konu olan
geleneksel ve aşırı disiplin içeren mesele, başlı başına bir uygulama problemi.
Sanat eğitimi yönüyle edebiyatı bir metafor olarak düşünürsek okunacak temel metinler
konusunda anlaşmazlıkları olmadığını, metnin yorumlanması ve eğitimdeki
değerinin takdiri konusunda uzlaşamadıklarını anlıyoruz.
Yukarıda vurguladığımız “bir noktaya kadar yardımcı olma”
durumu da bu yüzden. Bizde uygulamadan ziyade, doktrin problemi var.
Cumhuriyet öncesinde ve Osmanlı’nın son döneminde ayyuka
çıkan Batı hayranlığının, Avrupa’da eğitim almış hocalar tarafından eğitim
müesseselerine taşınmasıyla başlayan sürecin toplumda, özellikle eğitimli
insanların yaşadığı muhitlerde manevi bunalıma sebep olduğunu biliyoruz.
Cumhuriyet sonrasında ise bu bunalımın temel tetikleyicisi olan Batıcılık
resmîlik kazandı ve bir doktrin/öğreti olarak hayatın her alanında mecburi hâle
geldi.
Türkiye’deki eğitimin “çağdaşlaşma” serüveni, tam olarak
bize zihinlere Batıcı doktrin yerleştirilmesi sürecini verir. Dolayısıyla sanat
eğitimi de Batıcı düstur üzerinden ilerleyerek Batı sanatı mutlak sanat
sayılmış, bizi biz yapan, bezemelerimize kimlik katan, mimarimize hatta hatta
mezar taşlarımıza şekil kazandıran sanatlarımız yok sayılmış ve yasaklanmıştır.
Bu topluluğu, toplumu Doğulu kimliğinden uzaklaştırıp Batıcı
bir doktrine mecbur bırakmak, onları bir tek bu kalıpla düşünür ve yaşar hâle
getirmek isterseniz bunu eğitimle, özellikle temel eğitimle yapmak
zorundasınız.
Yaptınız da ne oldu’nun cevabı bugün yaşadığımız ve içinden
çıkamadığımız doktrin bunalımıdır. Ve bu bunalımı, eğitimci yöntemleriyle veya
yeni ve evrensel yaklaşımlarla aşamadığımız ve aşamayacağımız ortadadır.
[1]
Okullarda edebiyat dersinin bir sanat alanı olarak okutulmaması açmazına önceki
başlıklarda değinmiştik.