Müfredattaki Sanat -3: Radikal Batıcılığın Kökeni

Avrupa insanının tamamının aynı inancı ve hayat tarzını paylaşmadığı hepimizin malumu. Geçmişte kısa bir müddet de olsa, cebren de olsa bunun mümkün olduğu dönemleri de yaşadılar. Ancak Rönesans, Aydınlanma, Sanayi Devrimi gibi aşamalarla baskılar azaltıldı, çok farklı sesler ve renkler ortaya çıktı. Bu da onları ayrımlara, geleneksel ve modern gibi kutuplaşmalara zorladı.

Yine de…

Mesela edebiyat söz konusu olduğunda Shakespeare gibi metinleri, ortak temel metin olarak kabul etmeyi başardılar. Montaine ve Bacon gibi yazarlar hepsinindi. Victor Hugo, Charles Dickens ve Goethe gibi yazarları öyle sahiplendiler ki evrensel çapta okunmasını ve tanınmasını sağladılar. Bütün itişmelere ve kakışmalara rağmen Tolstoy, Dostoyevski, Gogol gibi Rus yazarları benimseyebilmenin üstesinden geldiler. Klasik müzikte, menşe ayırmaksızın öne çıkan bestekârlara yönelik hürmetleri eşitlendi.

Peki bu nasıl olabilmişti?

Bu sorunun cevabı pek çoklarımızca tahmin edilebilir.

Batı’dan çıkıp dünyaya yayılan ve evrenselleşen bütün sanat türlerinin gelişim noktası aslında tapınaklar ve kiliselerdi.

Hıristiyanlık süreci ve ortaçağ döneminde Doğu kaynaklı notalar yasaklanmıştı ve kilise izin verilen ses aralıklarıyla bestelenen ilahileri seslendiriyordu. Klasik müzik bestekârları da kiliseyle çatışmayan, hatta kol kola giden bir yol izlediler ve yasaklanan ses aralıklarını bestelerine almadılar. Dolayısıyla müziğin temeli kilisede atıldı.

Plastik sanatlarda da durum aynıydı. Sanat otoritelerince antik dönemde zirveye ulaştığı düşünülen resim ve heykel sanatlarının, orta çağdaki yasaklar sebebiyle gerilediğine kanaat edildiyse de Rönesans ve sonraki süreçlerdeki Protestanlaşma sayesinde antik dönemdeki görkem yeniden yakalanmıştı. Umberto Eco’nun Güzelliğin Tarihi isimli kitabında Batı’nın güzellik anlayışını, Maria, Madonna, Venüs isimlerine rağmen Meryem’e (Hz. Meryem) dayandırdığını ortaya koyuyor. Hz. Meryem öncesindeki güzel kadın figürleri bile ona aitmiş gibi yorumlanıyor. Yani bütün güzellik Batı’nın en önemli Hıristiyan temsilinin annesine atfediliyor.

Mimariye bakış da dinî temelli. Avrupa ve Amerika’daki kamu binalarının birçoğunun antik dönem tapınaklarına benzemesi, açıkça bir “ağız birliği”ni ortaya koyuyor. Son iki bin yıllık mimari tarihini de kilise mimarisi üzerinden okumaları da bu birliğin bir yansıması.

Batı dünyası mezheplerle ayrılmış Hıristiyan yaklaşımlarına ve bu yüzden aralarında sürüp giden kanlı savaşlara rağmen sanat ve kültür bağlamında ortak bir ses oluşturabildiği için dünya üzerinde hâkimiyet oluşturabildi ve kendilerini dünyanın bütün sanatları adına otorite kabul ettirdiler.

Bu ortak ses, dijital çağda farklı kutuplara evrilse de söz konusu temel eğitim olduğunda aynı sesi bulmakta zorlanmıyorlar. Kısım ve kesimler için “bize o yazar, şair ya da ressam yasaklıdır” gibi bir ayrım noktası yok. Bu ortak sesin parçası olmanın tek yolu, Batı materyalizmi ile ters düşecek hamleler yapmamak. Mesela İslamfobi’yi sekteye uğratacak alışılmışın dışında, İslam toplumlarına ilişkin olumlama kaleme alan akademisyen, sanatçı ve düşünürlerin saf dışı bırakılması normal görülüyor. Bu ayrıştırma dayatma yoluyla değil, itibarsızlaştırma yoluyla gerçekleşiyor; “aykırı” isimlerin toplumda alt sıralarda konumlanmaları sağlanıyor.

Ve hatta bazı Avrupa ülkelerinde temel eğitim, dinin toplumdaki konumu göz önünde bulundurulmaksızın Katolik disipliniyle verilmeye devam ediyor. Çünkü bu usulden verim aldıklarını, teknik alanda bu disiplinle kazanımlar elde ettiklerini düşünüyorlar. Meselenin katı laik tutumuyla bilinen Fransa’da bile tartışma konusu olduğu biliniyor.

İşte Orijinali 2002’de, çevirisi 2009’da yayımlanmış olan “Avrupa Bağlamında Din Eğitimi” başlıklı makaleden birkaç çarpıcı cümle:

“Temel laiklik ilkesinden dolayı, din ve devletin birbirinden sıkı bir biçimde ayrıldığı yerde -bunun en ‘extrem’ örneği Fransa’dır- din, devlete bağlı eğitimin sürdürüldüğü okullarda yer bulamaz. Bir kimse, Fransa’nın iyi gelişmiş özel (Katolik) okullara sahip olduğunu göz önüne alırsa -ki çocukların %20’si bu tür okullara devam etmektedir- o kimse, devlet eğitiminin sürdürüldüğü okullarda din eğitimi hakkında büyük bir tartışmaya ihtiyaç olmadığı argümanını ileri sürebilir. Bununla birlikte, son yıllarda okullarda ‘dinî bilgi’nin gerekliliği konusunda ciddi bir tartışma başlamıştır. Öğretmenler öğrencilerin temel din (dinler) bilgisi olmadan tarih, sanat, hatta Fransızcayı anlayamayacaklarını fark ettiler. Buna ilaveten günümüzde İslam, Fransız toplumunda yükselen bir etkiye sahiptir. 2001’de Eğitim Bakanı, Jac Lang Regis Debray’dan mevcut durum hakkında bir rapor hazırlamasını ve bu durumun nasıl değişeceğine dair öneriler getirmesini istedi. Raporun başlığı şudur: ‘Laik/Seküler Okullarda Dinî Olguları Öğretmek’.” [1]

2002 yılından bu yana Fransa’nın laiklik yaklaşımı üzerinden çok sular aktı, bilhassa İslamfobi etkisiyle laiklik kılıcı daha keskin hâle geldi. Ancak makalede de vurgulandığı üzere, dinî eğitimin dil, kültür ve sanat eğitimine katkısı ve vazgeçilmezliği gözden kaçırılmamış. Bu da demek oluyor ki nesillerin menfaati için böyle bir açılımın ihtiyacı öne çıkmış.

Aynı makalede İtalya, İspanya, Portekiz ve Hollanda gibi Katolik nüfusun egemen olduğu ülkelerde, kültürün Katolik düsturuyla derin bir bütünleşme içinde olduğu, dolayısıyla okullarda da Katolik eğitimi hâkimiyetinin gözlendiği belirtiliyor.

Şu birkaç bilgi kırıntısıyla bile Materyalizm’in din eğitimi kompleks yapmadığını açıkça görebiliyoruz.

Bizde ise din eğitimi itibarsızlaştırılmış, bununla yetinmeyip din adamları ve dinî her türlü argüman -elbette ki Müslüman olanları- kötü tasvirlerle taze zihinlere yerleştirilmişti. Bu dayatma işi, önce savaş romanlarına, sonra da köy romanlarına taşındı, ardından bu kitaplar temel eser olarak bütün okullarda okutuldu ve her birine övgüler yağdırıldı.

Sonun da ne mi oldu?

Kökleriyle bağı kesilen nesillerimiz için tek çıkış, terakki için tek yön Batı oldu. Batılı bilim anlayışı, Batı’nın gözüyle zamana bakış gibi zaviye dönüşümlerine gebe kaldık. Bu da eğitim ve sanat anlayışının da “radikal Batıcı” bir yol izlemesini normalleştirdi.



[1] Peter Schreiner, Çev.: Adem Korukçu, “Avrupa Bağlamında Din Eğitimi”, Dinî Araştırmalar, Mayıs-Ağustos 2009, Cilt: 12, s. 34, ss. 151-160, s.152-153.