Müfredattaki sanat - 4: 'Bu ülke'de sanatın Batı'dan doğuşu

Kültür sanat otoritesinin Batı kutbuna kayışının başlangıcı Rönesans’a dayanıyor. Endülüs’ün yıkılışıyla güney Avrupa’dan kuzeye taşınmaya başlayan ilmî veriler, Avrupa’nın içine kapanık ve köhne anlayışındaki kırılmanın en önemli tetikleyicisi oldu. Avrupalı kanaat önderleri Protestanlıkla Hıristiyanlığı yeniden tasarlama yoluna giderken, yönetimler pozitivizmle -ve dolayısıyla materyalizmle- ilerleme yolunu seçti.

Avrupalılar, 17. yüzyılda başlayan basın faaliyetleriyle ve “İpek Yolu” aracılığıyla bilimsel ilerlemelerini ve kültür sanattaki atılımlarını dünyanın dört bir yanına duyurdu. Afrika’yı sömürgeleştirmesinin, Sanayi Devrimi ve patent hükümranlığı ile otoritesini kesinleştirmesinin ardından, buna karşı direnen Uzak Doğu ve bilhassa Hindistan’da İngiliz misyonerlerin sürdürdükleri uzun soluklu ve “başarılı” operasyonlar, küreselleşmenin ilk adımı oldu. Haritaların yeniden çizildiği 20 yüzyıl başlarında, haritanın merkezine yerleşen İngiltere ve Avrupa, dünyayı sanayi, ticaret, politika ve kültür sanat unsurlarıyla da yönetimine aldığı mesajını veriyordu. Böylelikle Doğulu zihninin bozuluşu ve kaybettiği özgüvenin yerini, cebren Batı doktrinleri ya da Batı’ya öykünmeler doldurarak bu yönelim ülke yönetimlerine eklemlendi, yasalara giydirildi.

Sanat eğitiminin tarihçesi konusunda yazılan makalelerin neredeyse tamamı, meseleyi antik Yunan filozoflarından başlatıyor, kuramsal başlangıcı 20. Yüzyıl başlarındaki Paris’teki sanat eğitimlerine dayandırıyor. Bu kronolojide Osmanlı sanat eğitimi olmadığı gibi, Doğu ülkelerindeki sanat eğitimlerinin kurumsallaşması hikâyesine yer verilmiyor. Gombrich’in Sanatın Öyküsü kitabında olduğu gibi…

Elden geldiğince özetleyelim:

Selçuklu ve Osmanlı medeniyetleri, neredeyse bin yıldır Doğu ile Batı arasında kültürel ve stratejik köprü vazifesi gördü. Aydınlanma ve sonrasındaki Sanayi Devrimi’nin ardından Osmanlı, bu defa Doğu’nun Batı’ya tasfiyesinde köprü sayıldı. Tanzimat’la modernleşme dönemecinde Batıcı paşalar tensipleriyle ve sert bir dönüşle yüzünü Batı’ya dönen Osmanlı, ilim, kültür ve sanat alanında kan kaybetmeye başladı.

Tanzimat öncesindeki edebiyatımızda ve sanatımızda, medeniyet tekâmülüyle kendi yolunu bulan, yakın coğrafyasıyla alışverişini sürdürerek taassuba düşmeyen bir yol izleniyordu. Hat, tezhip, çini, kalemişi ve mimaride Orta Asya, Mezopotamya ve İran’dan beslenmesini sürdüren Osmanlı, Selçuklu mirasını en yüksek seviyeye taşıyarak Anadolu ve Rumeli’yi mezcetme yolunu seçerek özgün akımlar açığa çıkmasına imkân vermişti. Kitap ve mimari sanatları, saray nakkaşhanelerinde ve bizzat padişah tarafından vazifelendirilen üstatlar eliyle sürdürülüp geliştirildi. Sanat eğitimi de yüzyıllara dayanan geleneğin usulüne uygun olarak usta-çırak ilişkisiyle yürüyor, sanat camiasına kazandırılan usta sanatkârlar, üstatlarına sonsuz hürmet besliyorlardı. Dolayısıyla bilhassa şehirli halk, devletin önde gelen sanatkârlarını da şairlerini de tanıyor ve gelişmelerden haberdar oluyordu.

Osmanlı’yı Tanzimat’a sürükleyen yönetim zaafı ve siyasi süreçler, sanatımızın ve edebiyatımızın yaslandığı medeniyet konusunda da şüphe duyulmasına yol açtı. Bu özgüven kaybının temelinde, yönetimdeki zaaflardan mes’ul Batıcı paşalar ve Batı hayranı aydınlar vardı. Osmanlı’nın klasik döneminin tasfiyesi olarak görebileceğimiz Tanzimat, kendi sanatımızla da aramızın açılmasının ilk adımı oldu. Zaten bezeme sanatlarımız Batı’nın romantik döneminde söz sahibi olan barok-rokoko üslubuna teslim olurken sanatseverler, plastik sanatlara da büyük ilgi duymaya başladı ve eğitimler için ressam ve heykeltıraşlar ithal edilmeye başlandı.

Osmanlı, meşrutiyetlerin keskin kılıcına rağmen, birlik ve bütünlük kaygısıyla ve şüphesiz II. Abdülhamid’in kararlılığıyla Birinci Dünya Savaşı’na dek körü körüne Batıcılığa karşı direniş iradesi ortaya koydu. Elbette sosyal hayat, kimlik kaybından büyük ölçüde payını almıştı. Yine de kökten Batıcılık tedarik edilememişti. Osmanlı’nın tasfiyesi ve Cumhuriyet’in ilanıyla Batılılaşma adına Batıcıların ukdesinde ne kalmışsa hayata geçirmenin önü açılmış oldu. “Harf devrimiyle hat sanatkârları bir gecede işsiz kaldı” sözü şehir efsanesi değil, bir hakikatti. Zira “eski yazı”nın duvarda levha olarak kullanımı dahi yasaklanmıştı. Yine Mushaf öncelikli kitap sanatları ve İslam mabedlerini çağrıştıran mimari de barok-rokokoyla hemhâl sanat anlayışıyla tarihe gömülmüştü. O zaman bu sanatların eğitimine de ihtiyaç yoktu. Hatta laikliğin önünde engel teşkil edebilecek unsurlar içerdiği varsayılarak yasaklamaya gidildi. Böylece sanat eğitimini Batı’ya sabitleyen süreç başlamış oldu.

Ama direniş yok edilememiş, gölgelere çekilmişti. Uyanması yakındı.