Müfredattaki sanat - 5: İdeoloji duvarında ışık ve gölge

Tanzimat sonrası Cumhuriyet öncesi dönemde iki tür eğitim vardı: Medrese geleneğini sürdürerek her tür eğitimi din eğitimiyle birlikte veren okullar ve tamamen Batılı (modern) muhtevayla eğitim veren okullar.  Ancak eğitimdeki bu çeşitlilik, Cumhuriyet sisteminin amaçlarına uymadı. 3 Mart 1934’te, okulları tek birime bağlayan “Tevhid-i Tedrisat Kanunu” çıkarıldı. Böylelikle okulların tamamı Millî Eğitim’e, o zamanki adıyla Maarif Vekaleti’ne bağlandı. Kanun, modern eğitim sistemine izin veriyor,  dinî eğitimi yasaklıyordu.

Cumhuriyet sonrası eğitim, resmî ideolojinin belirlediği kurallar ve dolayısıyla duvarlarla sınırlanmıştı. Geleneklerine, inancına bağlılığı süren ve bilhassa kırsalda asırlar boyunca öz kimliğini ve yerliliğini muhafaza eden kitleler, bu yeni ve Batılı manada modern eğitime zorlanmaya başladı.

1928’de harfler değişti, özel kurulan okullarda yeni harfler öğretilmeye başladı. Kültürel alanda dönüşümü sağlaması ve hızlandırması için kurulan halk evleri 1932 yılında hizmete girdi. Necdet Sakaoğlu, Cumhuriyet Dönemi Eğitim Tarihi isimli kitabından başlatılan eğitim devriminin sıralamasını şu başlıkla yapıyor: “Harf Devrimi, Millet Mektepleri, Halk Evleri (1928-38)”[1].

1932 ve 52 yılları arasında hizmet veren halk evlerinin amacı; “Ulusu, aynı ülküye bağlı bir kitle yapmak, kır-kent, köylü-aydın ayırımlarını kaldırmaktı.” Aynı olması istenen hangi ülküydü? Sakaoğlu’nun “…halkı aydınlatmaya ve yaşamını çağdaşlaştırmaya dönük çalışmalar Halkevlerinde odaklandı.”  deyişine bakılırsa, eğitim çizgisinin tamamını kapsayan yine Batılılaşma hareketiydi. Halk evlerinin birincil görevi, Batılı kültür ve sanatı düzenli faaliyetlerle halkla buluşturmaktı. Köylü de en az şehirli kadar sanattan haberdar olmalıydı.

Suut Kemal Yetkin’in halkın sanattan haberdar olması bahsine işaret eden sözleri dikkat çekici: “Ne yazık ki, büyük yığınlar, sanat eserleri ile çevrili bulundukları hâlde onları göremezler. Şu var ki, İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra plastik sanatların, özellikle resim sanatının, halk eğitiminde etkili olarak kullanıldığı görüldü. İleri batı memleketlerinde ay geçmez ki, şaheserlerin renkli kopyalarıyla zenginleştirilmiş, kısa açıklamalarla aydınlatılmış bu kitap-müzelerden yüzlercesi yayınlanmış olmasın.”

Birçok araştırmanın kaynakçasında sık sık karşımıza çıkan ve Suut Kemal Yetkin’in sanat eğitiminin ne tür bir ihtiyaç olduğunu ayrıntılı olarak vurguladığı “Güzel Sanatların Eğitimdeki Yeri”[2] denemesinde[3] sanat eğitiminin Batı temelli olması şartını savunduğu ve Batı’yı örneklediği görülüyor. Yani dönemin inançlı-inançsız görüş birliğine bakılırsa; köylünün haberli olması istenen sanat ve aldığı sanat eğitimi kayıtlı şartlı (çağdaşlaşma amacıyla) Batılı idi.

Eğitim, özellikle temel eğitim,  kişinin dünya görüşünün de temeli sayılabileceğinden özellikle sosyo-kültürel sahada kutuplaşmanın temel dayanaklarından biri. Ne var ki her şeyin kıt olduğu Cumhuriyet’in ilk yıllarındaki hayat gailesi içinde kutuplaşma tohumlarının ekildiğinin kimse farkında değildi. Kimileri Batılı ve bu anlamda tek yönlü eğitim hareketinin parçası olmaktan şurlu ya da şuursuz hoşnutken kimileri buna zorlandığı için boyun eğiyordu. Zira 4 Mart 1925'te kabul edilen Takrir-i Sükûn Kanunu yani “huzurun sağlanması kanunu” ve kurulan İstiklal Mahkemeleri, “dinsel gericilik tehlikesine karşı” olduğu bahanesiyle her türlü direnişi ibretlik cezalarla kırmayı başarmıştı.

Kırsaldan büyük şehirlere göçün hızla akmaya başladığı 1940’lardan itibaren köylü irfanı cehalet nişanesi sayılıp bu cehaletten ancak ve ancak yüzümüzü tamamen Batı’ya dönersek arınabileceğimiz dayatması had safhaya vardı. Sakaoğlu’nun bildirdiğine göre yönetim kuruluna girmek ve komite üyesi olmak için partiye (CHP) kayıtlı olma koşulu aranan halk evlerinin eğitimci insan kaynağı ihtiyacı doğdu. Üstelik temel eğitimde durum daha vahimdi, Anadolu’nun ücralarına hatta kasabaların yarısına yakın kısmına temel eğitim ulaştırılamıyordu. 1939'da toplanan “Birinci Eğitim Şûrası” kararları sonucunda "Eğitmen yetiştirme ve Köy Enstitüleri" projesi başlatıldı.

Köy enstitüleriyle birlikte, köylü ya da şehirli ailelerinin evlatlarını “resmî ideoloji entegre yurdu” okullara göndererek çağı yakalayabileceğini umduğu bir Türkiye portresi çizildi. Kırsalda, kendi hâline yaşayan ve irfanına sadık kalmak isteyenler için de yeni dönüşüm metotlarına ihtiyaç vardı. Bu dönemin ideolojik empozesini en net yansıtan eğitim kurumları 1940’ta kurulan köy enstitüleriydi.

Köy enstitülerinin kuruluş amacı, Kurtuluş Savaşı’nın yaralarının henüz tam olarak sarılamadığı ve II. Dünya Savaşı’nın tüm ağırlığı ile hissedildiği dönemde ilköğretimi yurt sathına yaymak, köyleri modern, çağdaş bir yaşama kavuşturmaktı![4] Batıcı manada sanat eğitimi veren ilk kurumlar olmasa da sanat eğitimini “güzel sanatlar” kapsamında köy-kırsal alana taşıyan ilk resmî eğitim kurumlarıydı.

Eğitimin, kültürün ve sanatın mutlak Batı kaynaklı olması gerektiği dogması, mevcut ilim ve irfanına sahip çıkarak çizgisini değiştirmek istemeyen vatandaşlara zor dönemler yaşattı. 60’tan sonra tutulduğumuz darbe sıtmasının gerisinde, özüne ve irfana sadakatli nesillerin direnişinin verdiği rahatsızlık vardı.

Sanat eğitimindeki Batıcı tahakküm, İslam sanatlarının (hat, tezhip, minyatür, ebru, klasik cilt, kalemişi) kaderini değiştirdi. Kısıtlanan ve yasaklanan bu sanatlar, Batıcı/baskıcı “çağdaşlaşma” merkezli eğitim hareketinin göz kamaştırıcı “ışık”larının “gölge”sinde dahi olsa aheste ilerlemeyi başardı.

 



[1] Necdet Sakaoğlu, Cumhuriyet Dönemi Eğitim Tarihi, İletişim Yayınları, İstanbul 2002.

[2] Yetkin, S. K. (1968). GÜZEL SANATLARIN EĞİTİMDEKİ YERİ. Ankara University Journal of Faculty of Educational Sciences (JFES) , 1 (1) , 125-129.

[3] Yazı, akademik veritabanında “makale” olarak isimlendirilmişse de “deneme” hüviyetine sahiptir.

[4] Doç.Dr. Candan Ülkü, “Sanat Eğitimi, Sanat ve Köy Enstitüleri”, Mersin Üniversitesi Eğitim Fakültesi Dergisi, Cilt 4, Sayı 1, Haziran 2008, ss. 37-45, s.37.