Müfredattaki Sanat -6: Kontrast Kıskacında Yeniden Doğuş

Cumhuriyet’in ilk yıllarında İslam sanatlarımız “itibar ve kabul” ve kabul görmüyordu; ancak durumu anlatmaya bu ifadeler yetmiyor. Temel ve yüksek öğretim kurumlarında bu sanatlara dair bütün eğitimler tavsiye edilmiş, yasaklanmıştı.

1924’ten son belirgileşen Laik anlayış, hayatın her alanında kendini gösterdi ve millet kimliğinden din öğesi çıkarıldı. Tek partili dönemde kamusal alan, eğitim sahası ve hatta daha sivil görünen sosyo-kültürel alanlar bile laik yaptırımlarla şekillendirildi.

Çok partili dönemde imam hatiplerin açılmasına, bazı kaidelerde serbestlik sağlanmasına rağmen “Bir Batıcılık savunması olarak” Laiklik, kayıtsız şartsız ilkokullarımızda, ortaokullarımızda ve liselerimizdeki müfredatı ve saha uygulamalarını belirleyen temel doktrin olarak devamlı karşımızdaydı.

Zihinlere ekilen, dinî unsurlara ve geleneğin uzantılarına düşman tohumlar kutuplaşmayı körüklüyor, bu kutuplar arasındaki buzları eritmeye engel teşkil ediyordu. Dolayısıyla Laiklik bir tür din karşıtlığı olarak karşımıza çıkmıştı. Bu karşıtlığın İslam’la sınırlı olduğunu görmek de zor değildi. Akabinde İslâm sanatlarımız –ki “geleneksel sanatlar” ve “klasik sanatlarımız” gibi isimlendirmelerle de anılır- büyük darbe aldı.

Prof.Dr. Seyfettin Aslan ve Doç. Dr. Mehmet Şevket Arıkan’ın kaleme aldığı makalede zikrettiği şu cümleler meramı özetliyor:

“Cumhuriyetin Batılılaşma temelinde şekillenen ulus devlet anlayışı, geçmişle bağları kesilmiş yeni bir toplum inşasına yöneliktir. Bu doğrultuda atılan adımlar devlet yönetiminden, toplumsal alana ve sanata dek uzanmıştır. Bu süreçte sanat anlayışının da değişimin yaşandığı diğer alanlarda olduğu gibi resmî ideolojiyle bütünleşmesine çalışılmıştır.”[1]

Sanat türlerinin Batı kökenli olanlarının benimsenmesi de bu sebepleydi. Heykel, sokaklara Kemalist sembollerin yerleştirilmesi için aracılık ettiğin ilk sırada yer alıyordu.

Osmanlı’nın son döneminde İslam sanatına dair atölyeler bir bir saraydan ayrıldığı için, II. Meşrutiyet’ten sonra açılan Medresetü’l-Hattâtîn (Hattatlar Medresesi), Tevhid-i Tedrisat Kanunu kapsamında 1924’te kapatıldı. Yetmemiş, 1927’de çıkarılan “Türkiye Cumhuriyeti Dâhilinde Bulunan Bilumum Mebanii Resmiye ve Milliye Üzerindeki Tuğra ve Methiyelerin Kaldırılması Hakkında Kanun” ile kitabe ve tuğralar beton sıvama ile kapatılmıştır. Elbette bu kanun, harf devrimine de hazırlık sayılmalıdır. Hat sanatına en büyük darbe şüphesiz harf devrimidir.

Müzeler Müdürü Halil Edhem Bey sayesinde, Medresetü’l-Hattâtîn kapatılmasından tam sekiz ay sonra Şark Tezyînî San’atlar Mektebi adıyla açılmış, bu daireye bütün İslam sanatları dâhil edilmiştir. 1936’ya dek bu isimle eğitim veren kurum, Güzel Sanatlar Akademisi’ne dâhil edilerek “Türk Tezyînî San’atları” ismiyle devam etmiştir. Prof. Uğur Derman akademideki bölümlerin zenginleşmesi hakkında şunu söyler:

“Salah Cimcoz’un Çankaya’da Atatürk’e: ‘Hat, başlı başına kıymet ifâde eden, muazzam bir san’attır. Benim nazarımda bir Şeyh Hamdullah’la bir Rafael’in farkı yoktur. İkisi de öylesine büyüktür. Bu san’atın önünü kesersek, Avrupa’da mütehassısını da bulamayız.’ şeklindeki sözlerinin üzerine tezhîb, Türk cildçiliği, Türk cild kalıbları îmâli, ebrî ve ahâr, Türk minyatürü, Türk tezyinatı ve çini nakışları, kıymetli taşlar üzerine hâk, Altın varak îmâli, halı nakışları, sedef kakmacılığı, lâke derslerinin yanında Tezyînî Arab yazısı adıyla hüsnühat dersinin de öğretilmesine müsaade edilmiştir.”[2]

Ama asıl çelişki, bu eğitime rağmen Osmanlı Türkçesi ifadeler kullananların hâlen mahkemeye veriliyor olmasıydı.

Yine Derman’ın bildirdiğine göre Türk Tezyînî San’atları mektebinde, Necmettin Okyay, Reisülhattatin Hacı Kamil Akdik, Halim Özyazıcı, İsmail Hakkı Altunbezer gibi duayen hattatları kadrosuna alan akademi, hat sanatının geleceği için bir umut ışığı oldu.

Tezhip cephesi de benzer mücadelelerle ve yavaş yavaş aydınlanacaktı. Bu alanın bayraktarlığını da aslen Batılı meşreple büyütülmüş, yine de Mehmed Âkif Ersoy’dan edebiyat dersleri alabilmiş Rikkat Kunt yaptı. Hayatının erken döneminde Batı sanatlarına dair eğitimler alan Kunt, 1930’ların başında İsmail Hakkı Altunbezer’den tezhip eğitimi almaya başladı. Feyzullah Dayıgil’den çini sanatını öğrendi. 1948’e kadar eğitimleri sürerek farklı alanlarda çalışmalarını sürdürdü. 48’de Akademi’de tezhip ve çini dersleri vermeye başladı. 1968’de emekli olmasıyla Akademi’deki tezhip bölümü kapandı. Bütün aksamalara, kopuşlara, mücadelelere ve itibarsızlaştırmalara rağmen, Rikkat Hanım, günümüzün en başarılı tezhip sanatçılarının yetişmesine vesile olacak hocalar yetiştirdi.

“Türk Süsleme Sanatları Tezhip Kursu”, 1950’li yıllarda Prof. Dr.Süheyl Ünver’in öncülüğünde Topkapı Sarayı Nakkaşhanesi’nde başlatılarak, nakkaşhanenin yeniden hayata geçirilmesi sağlandı. Kurs faaliyeti hâlen devam ediyor.

İslam sanatları, 80’lerde ifade özgürlüğünün önünün açılmasıyla birlikte, daha görünür bir noktaya yerleşti, talibi arttı. İslam sanatları, 90’larda kurulan İSMEK müfredatına dâhil edilince, bu sanatların yaygınlaşmasının önü açıldı. Günümüzde birçok üniversite bünyesinde, dernek ve vakıflar aracılığıyla, özel atölyelerle bu sanat eğitimleri taliplilerine ulaştırılıyor.

Özellikle 2000’ler sonrasında serbestlikler noktasında birçok adım atılmasına, İslam’ın açıktan yaşanmasının önündeki birçok engelin ortadan kalkmasına rağmen, temel eğitimde ve liselerde okutulan temel metinler de laikliğe uygun olup olmaması üzerinden belirlenmesinde ısrar eden eğitimciler ve idareciler az değil. İslam sanatlarının temel eğitim kapsamına alınmasının önünde hâlen önemli engeller var.



[1] Mehmet Şevket ARIKAN ve Seyfettin ASLAN, “Sanat ve Politika İlişkisi Bağlamında Erken Cumhuriyet Dönemi Politikalarının Hüsnühat Sanatına Etkileri”, Dicle Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi, Ekim 2022, Sayı: 31, ss.397-427, s.398.

[2] M.Uğur Derman, Medresetü’l-hattâtîn Yüz Yaşında, Kubbealtı Neşriyatı, İstanbul 2016.