Mustafa Kemâl’in hastalığı, ölümü, cenâzesi 134

Tahnît ve Rus bebekleri gibi bir tâbutlama

Yukarıda iktibâs ettiğimiz “Tahnît Raporu”nu da dikkate alınca, bu şahâdetlerden anlaşılan şudur:

Cesed, “modern usûlle tahnît edilmiştir”. Damarlara ilâç (bakteri öldürücü kimyevî bir mahlûl) zerkedildikten sonra, yüz nâhiyesine ve muhtemelen cesedin başka kısımlarına ilâçlı pamuk parçaları konmuş, cesed bütünüyle sargı beziyle (“gazlı bantlarla”)  sarmalanmıştır. Bu “pamuk kitlelerinden” ve “gazlı bantlardan” sonra, bütün cesed, yine muhtemelen ilâçlı olan kahverengi bir muşambayla sarılmıştır. Bu kitle de tamâmen ilâçlı ince talaşla kaplanarak kurşun bir tâbut içine kapatılmış, kurşun tâbut, (Milliyet'in haberine nazaran) havası boşaltıldıktan sonra lehimlenmiştir. Nihâî olarak, kurşun tâbut, gül ağacından îmâl edilmiş bir başka tâbutun içine yerleştirilmiştir.

Hiç, hakîkat adamı olmıyan, ilim adamı olabilir mi?

Buradaki pek mühim bir husûs: Dr. Özen'in, Dr. Mutlu'dan farklı olarak, cesedin sarıldığı (muhtemelen) ilâçlı “muşamba”dan “kefen” şeklinde bahsederek fâhiş bir tahrîfte bulunmasıdır…

İlim ahlâkından nasîblenmemiş bu insanların, hakîkî mânâda ilim adamlığı vasfını kazanamamış olmaları esef edilecek bir hâldir. Muhakkak ki ilim adamı, her çeşit sâikten evvel, hakîkate ulaşma şevk ve azmiyle araştırma yapan ve ulaştığı netîceyi bilâtahrîf ifâde eden insandır; usûl ve bilgi birikimi, ancak hakîkat endîşesiyle berâber bulunursa bir kıymet ifâde eder…

Tahnît hakkında bütün müdâvî ve müşâvir tabîbler yalancı mevkıine düştüler

Dr. Özen'den evvel, 1938'de, müdâvî ve müşâvir tabîblerden bâzıları da, çok utanç verici şekilde, alenen yalan söylemişler, Nizamettin Nazif'in suâlleri üzerine, tahnît yapıldığını inkâr etmişlerdi:

  “Adlî tıp üstadı Hayrullah'a (Diker) sordum: - Fethimeyit [Feth-i meyyit: “autopsie”] yapıldı mı? Hepsi hayretle yüzüme baktılar. Doktor böyle bir suale muhatap olmaktan azap duyduğunu ihsas eder bir sesle mukabele etti: ‘- Fethimeyit mi? Böyle bir şey düşünmedik bile.' Başyaver [Celâl Öner]: - Dünyanın en salâhiyettar tıp üstadları tarafından o kadar dikkatle muayene edilmişti ki… –dedi- Bilinmiyen tarafı kalmamıştı. Fethimeyit neyi öğretecekti? Fikrimi şöyle izah ettim:

- Geçenlerde Romanya Kraliçesi öldü, kalbini çıkardılar, beynini çıkardılar. Şimdi kalbi çok sevdiği sarayının bir köşesinde ve beyni müzededir. Pilsudski'ye de böyle yaptılar… Sonra nâaş tahnit edildiğine göre…'

“Profesör Hayrullah çok insani bir saygı içindeydi. Gözlerini kaldırarak: - Bu haber doğru değil… -dedi- Nâaş tahnit edilmedi. Biz, buradaki bütün tabipler Ata'nın kalbini ve beynini saklamak cihetini aklımıza bile getirmedik.

“Kılınç [Ali Kılıç], dalgın dalgın: - Kalbi çarpıyor… -diye söylendi- İşte içerde. Beynine gelince, eseri meydanda.

“Profesör Hayrullah devam etti: - Bu, cesedi profane etmek olurdu. [Frz. “Profaner”: kudsiyetine tecâvüz etmek, kudsiyetini ihlâl etmek.] Böyle bir şeye cüret edemezdik. Hattâ profane etmekten, kudsiyetini ihlâl etmekten çekindik, bütün arzumuza rağmen öpmedik bile.” (Tan, 20 Kasım 1938, s. 8)

Prof. Hayrullah Diker, Nizamettin Nazif'e göz göre göre yalan söylüyor: Tahnît yapılmamış, çünki bu “mübârek ölünün kudsiyetini” ihlâl (mukaddes cesedi “profané”) etmek olurmuş… Hattâ “bütün arzûlarına rağmen, öpmemişler bile”…

Hâlbuki daha evvel naklettiğimiz vechiyle, Prof. Dr. Mim Kemâl Öke, Aralık 1938'de Niyazi Ahmet Banoğlu'na verdiği mülâkatta: “Hasan Rıza geldi, elini öptü. Biz de bu son tâzîm vazîfesini îfâ ettik.” diyordu… Kezâ, Prof. Dr. Abravaya Marmaralı'nın, üstelik TBMM huzûrunda, zaptedilmez bir heyecânla: “Gözümün önünde hazîn ve elîm tabloyu gördüğüm zaman elini, ayağını seve seve öptüm.” şeklinde konuştuğunu da nakletmiştik. Yâni, maâlesef, aşırı bir takdîs hissiyle, Dr. Diker, bu basît mes'elede dahi yalan söylemiştir…

Yukarıda tam metnini takdîm ettiğimiz Tahnît Raporu'nda Dr. Diker ile berâber imzâsı bulunan, her hâl-ü-kârda tahnît vâkıasından bütünüyle haberdâr olan dîğer müdâvî ve müşâvir tabîblerin tamâmı da, onun yalanına ortaktırlar; çünki hiç birisi, çıkıp da bu yalanı tekzîb etmemiştir!

Yazıklar olsun! Bu nasıl düzen, bu nasıl cem'iyet!

Kemalisti yalan söyler, “Müslümanı” (?) yalan söyler…

Bu memleket nasıl oldu da bir yalancılar diyârı hâline geldi?

 

Müşâvir tabîblerden Prof. Dr. Hayrullah Diker, ideolojik taassubla, bir kuyruklu yalan savuruyor: “Naaş tahnit edilmedi; kudsiyetini ihlâl etmekten çekindik”… Hep berâber tahnît muâmelesine nezâret ettikleri hâlde hiçbir müdâvî veyâ müşâvir tabîb de çıkıp hakîkati beyân etmiyor! Hayfâ ki Kemalist Totaliter Rejimin hüküm sürdüğü bu memleket, artık bir yalancılar diyârıdır!
*** 

 

 

 “Modern tahnît usûlü” nasıldır?

Dr. Özen, “kullanılan tahnît usûlü en modern şekildir”, “tahnît ameliyesi fevkalâde îtinâ ve en modern tarzda yapılmıştır” diyor.

Bu “modern tahnît usûlü”nü bir parça araştırdık ve ana hatlarıyle şu şekilde icrâ edildiğini öğrendik:

Evvelâ vücûddaki bütün kan ve mâyi ile ağız, burun, boğaz, kulak, barsaklar ve mîdedeki maddeler tamâmen boşaltılıyor. Müteâkiben şah damarlarından bakteri üremesine mâni olan formaldehid temelli kimyevî bir mahlûl zerkediliyor. Mahlûlün ağızdan, burundan, v.s. taşmaması ve cesedin şeklinin bozulmaması için de birtakım tedbîrler  alınıyor… Cesedin çok daha uzun ömürlü olması, binlerce sene dayanması isteniyorsa, o zaman iç organların çıkarılması, cesedin kurutulması, ilâçlı bezle sarılması gibi daha başka muâmelelerde bulunuluyor…

“Tahnît”, “mumyalama” değil midir?

Dîğer taraftan, birçok lûgat, tahnît ile mumyalamanın müterâdif kelimeler olduğunu kaydediyor. (Meselâ Pars Tuğlacı'nın Türkçe-Fransızca Sözlük'ü veyâ İsmâil Hâmi Danişmend'in Fransızca-Türkçe Lûgati…)

“Tahnît” Arapça, “mumya” Farsça asıllı iki Türkçe kelime… “Mumya” Fransızcaya “momie” şeklinde geçmiş ve ondan “momifier” ve “momification” gibi kelimeler türetilmiş.

İki kelime arasında, belki, “mumyalama”yı, cesedin binlerce sene çürümeyecek şekilde tahnît edilmesi olarak târif etmek sûretiyle bir mânâ farkı gözetilebilir. Böylece “mumyalama”, “momification” ve “tahnît” de daha ziyâde “embaumement” (Türkçeleşmiş telâffuzuyla “anbomman”) mukabili kullanılabilir…

Bu îzâhattan çıkan netîce şudur: Yalan, tahrîf, efsâne ve tedhîş üzerine kurulu Kemalist Propaganda'nın, M. Kemâl'in cesedinin “mumyalanmayıp tahnît edildiğine” dâir iddiâsı, mugālâtadan ibârettir.  Bu cümleden olarak, Kemalist Cumhuriyet gazetesinin ( 8 Kasım 2013):

“Anıtkabir Komutanlığı, büyük önder Atatürk'ün ‘naaşının mumyalandığı' iddialarını formülle yalanladı.”

şeklindeki haberi, bu câmianın kemikleşmiş tahrîf ve aldatma tavrının bir tezâhürüdür.

Tahnîtli cesed, koruyucu mahlûlden temizlenmese, ilâçlı sargılarından, kurşun ve gül ağacı tâbutlarından çıkarılmasa, herhâlde asırlar ve asırlarca bozulmadan kalabilirdi…

Şapolyo dahi, “cesedi mumyalandı” tesbîtinde bulunmuştu

Nitekim Enver Behnan Şapolyo gibi fanatik bir Kemalist müellif dahi, ilk baskısı 1944'te yapılan Kemâl Atatürk ve Millî Mücadele Tarihi isimli kitabında, herhâlde o zamanlar Kemalist Propagandanın şimdiki gibi endîşeleri olmamalı ki, gayet rahat bir şekilde, M. Kemâl'in cesedinin “mumyalandığını” ifâde etmişti:

“Vücutlarını mumya yaparak bir kauçuk tabuta koydular. […] Bu tabutun üzerine gümüş bir tabut, onun üzerine de kurşun döktüler. Ondan sonra gül ağacından bir tabuta koydular, sonra üzerini de atlas bir Türk Bayrağı ile sararak, Dolmabahçe sarayının muayede salonuna koydular.” (Şapolyo 1958: 562)

Şapolyo'nun “kauçuk tabut” olarak târif ettiği, belli ki, cesedin içine sarıldığı ve muhtemelen ilâçlı olan “kahverengi muşamba”dır. Tahnîtli cesedin muşambaya sarıldıktan sonra içine kapatıldığı tâbutun, “üzerine kurşun dökülmüş gümüş bir tâbut olduğu” ise, başka kaynaklarda tesâdüf etmediğimiz farklı bir bilgidir…