Mustafa Kemâl’in hastalığı, ölümü, cenâzesi 135

 Cesedi, en azından Kemalist Panteon inşâ edilinceye kadar dayanacak sûrette mumyalandı

M.Kemal'in cesedinin, muhtemelen iç organları çıkarılmamakla berâber, çok uzun seneler, belki asırlarca dayanacak şekilde tahnît edildiği âşikârdır. Dr. Mutlu'nun tasvîr ettiği gibi, cesedin, damarlarına formaldehid temelli kimyevî bir mahlûl zerkettikten sonra, ilâçlı “pamuk kitlelerine” ve “gazlı bantlara” ve onlarla berâber muşambaya sarılıp havası boşaltılmış kurşun tâbuta konulması bunun alâmetidir.

Demek ki daha ilk günden, “Millî Şef” ve Başvekîl Bayar tarafından, senelerce sürecek çalışmalarla muazzam bir panteon inşâ edilmesi karârlaştırılmış bulunuyordu. En azından bu sebebledir ki her Müslüman ölüsüne yapıldığı gibi, ölünün hemen gasledilip, kefenlenip toprağa verilmesi yoluna gidilmemiş, bilakis ilâçlı sargılar ve ilâçlı talaşla sarmalanmış, muşambaya sarılmış tahnîtli cesedi barındıran kat kat tâbut, Etnoğrafya Müzesi'ne götürülmüş, orada “muvakkat kabir” denilen mermer bir lâhdin altında 15 sene boyunca muhâfaza edilmiştir.

Acabâ Lenin, Stalin, Mao ve sâir totaliter şeflerin tahnîtli cesedleri gibi camekân içinde teşhîri de düşünülmüş müdür veyâ hangi düşünceyle böyle bir yola mürâcaat edilmemiştir, bunu bilemiyoruz…

Dr. Özen'den naklen, rivâyeten bilebildiğimiz: Mustafa Kemâl'in 15 sene zarfında bozulmadan muhâfaza edilen tahnîtli veyâ mumyalanmış cesedi, 9-10 Kasım 1953'te tâbutlarından çıkarılmış, üzerindeki ilâçlar temizlenmiş, sonra kefenlenmiş ve kefenli olarak panteonunda defnedilmiştir. Bu meyânda, yine Dr. Özen'in, “mübârek nâş'ı, bütün eczâ ve yabancı maddelerden temizledik”  şeklindeki ifâdesine istinâden, herhâlde (kayd-ı ihtiyâtla), cesedin, damarlara zerkedilen mahlûlden de temizlendiğine hükmedilebilir…

 

Hayfâki Türkiye'de akademik kariyer, umûmiyetle, Dr. Cahit Özen'in tıynetinde, hakîkat endîşesi taşımıyan, bilgilerini kolaylıkla yalana ve hakîkatsiz dâvâlara âlet eden insanların elinde kalmıştır…
***  

 

Zeyil: Dr. Mutlu'nun mülâkatıyle gün ışığına çıkan şaşırtıcı hakîkatler (ve yalanlar)

Yukarıda, Dr. Özen'in şahâdetine istinâden ve kayd-ı ihtiyâtla, Mustafa Kemâl'in tahnîtli cesedinin, Anıtkabir'deki mezar odasına, damarlarındaki koruyucu mahlûlden, ilâçlı sargılardan ve talaştan temizlenip kefenlendikten sonra defnedilmiş olabileceği netîcesine varmıştık.

Bu bahsi yazıp bitirdikten bir-iki hafta  sonra (17.9.2017'de) Prof. Dr. Utkan Kocatürk'ün Prof. Dr. Kâmile Mutlu ile yaptığı mülâkata vâkıf olduk.

Bu şaşırtıcı mülâkatta, Dr. Mutlu, 1953'te tâbutun açılması, tahnît ameliyesi, tekrâr tâbuta koyma ve cesedin hangi hâlde defnedildiği gibi husûslar hakkında tafsîlâtlı mâlûmat veriyor ve Dr. Özen'in hilâf-ı hakîkat bilgilerle efkârıumûmiyeyi fenâ şekilde yanılttığı daha iyi anlaşılıyor… Bittabi, bu yanıltmadan sâdece o değil, bütün Kemalist Propaganda, bütün Kemalist Rejim ve bu rejimin sâhibi olan bütün Mütehakkim Zümre mes'ûldür; çünki 80 senedir ve hep birden efkârıumûmiyeye hep aynı yalanları pompalamaktadırlar…

Dr. Mutlu'nun ifşââtı: Mustafa Kemâl “mumyalanmış olarak defnedildi”

Dr. Mutlu'nun mülâkatı, (güvenilmez) Dr. Özen'in şahâdetine istinâden ulaştığımız meşkûk netîceyi tamâmen boşa çıkarıyor…

Onun ifâdelerinden, cesedin, “binlerce sene bozulmadan duracak şekilde tahnît edildiği” ilk hâliyle (yâni damarlarında formaldehid temelli kimyevî mahlûl, yüzü ve bütün bedeni aynı ilâçla ıslatılmış pamuklarla örtülü, bu kütle de, baş dışarıda kalacak şekilde kahverengi bir muşambayla sarılı ve kesîf şekilde talaşla kaplı vazıyette, fakat kurşun tâbuta konulmadan (acabâ?) tahta tâbuta nakledildiğini ve bu hâliyle defnedilerek “çok yavaş bir şekilde bozulmaya” bırakıldığını anlıyoruz.

Bu def'a talebesi ve meslekdaşı Dr. Özen'e iltifâtta bulunmıyan ve onun (eşinin nezâretinde çalışarak) harfiyen kendi tâlimâtına uyduğunu belirten Dr. Mutlu, mülâkatının nihâyetinde, ölünün, tahnîtten evvel “yıkanıp” sonrasında da “namazının kılındığı” gibi bir kanâat ifâde ediyor… Sâdece bir kanâat… Daha doğrusu bir hüsnizan… Çünki bu, onun bizzât vâkıf olmadığı, sâdece öyle olmuş olmasını temennî ettiği (veyâ öyle göründüğü) bir tahmînden ibârettir. Hâlbuki yukarıda îzâh ettiğimiz gibi, gasledildiğine dâir hiçbir delîl mevcûd değildir ve sahîh bir cenâze namazının kılınmadığını da bir sonraki Fasılda îzâh edeceğiz…

Kocatürk'ün Atatürk Çizgisinde Geçmişten Günümüze; Atatürk ve Yakın Tarihimize İlişkin Görüşmeler, Araştırmalar, Belgeler isimli kitabına (Atatürk Araştırma Merkezi Yl., Ankara, 2005, ss. 232-241) dercedilmiş bulunan bu târihî mülâkatın, tartıştığımız mes'eleleri aydınlatan parçalarını, aynen iktibâs ediyoruz:

“(Naaşın Anıtkabr'e nakli için kurulmuş olan Komite,) o zamana kadar tahnit edilerek korunmuş olan Ata'nın na'aşı geleneğe uyularak 10 Kasım 1953 günü toprağa verileceğinden, [onu] muayene etmemi kararlaştırmış... […]

Cesedine “yaş tahnît usûlü tatbîk edildi”

“(Atatürk'ün naaşına ‘kuru tahnit' değil, ‘yaş tahnit' usûlü tatbik edilmiştir. Bu usûlün esâsı şudur:) Yaş tahnit demek, ilâçlı su içinde duran ceset demek değildir. Bütün bir bedenin, bir cesedin konservasyonunda yaş tahnit demek şudur: Damarlara, fiksatör denilen bir madde eriyik halinde enjekte edilir. Damarlar aracılığıyle bütün dokular ve hücreler bu fiksatör ile temasa getirilir ve bozulmaları önlenir; bu, beden dahilini ilgilendiren bir işlem… Bedenin dışı, yani deri üzeri de yine bu eriyik halindeki fiksatör ile ıslatılmış talaş tozu ile örtülür; yani bedenin altı, üstü, yanları bedenle tabut duvarları arasında hiç mesafe bırakılmaksızın böyle ilâçlı ıslak talaş tozu ile doldurulur. Ondan sonra kurşun tabutun kapağı güzelce lehimlenir. O kadar sıkı lehimlenmesi lâzım ki eriyiğin temin ettiği rutubetin içerde kalması sağlansın! Hava alan en küçük bir delik olmayacak; çünkü içerdeki sıvıdır, buharlaşır ve kurur. Kuruyunca, koruyucu sıvıdan yoksun kalan ceset bozulmak tehlikesiyle karşı karşıya kalır. […]

Cesedi (kefenle değil) “kırmızımtrak kahverengi bir muşambayla” sarmalanmıştı

“(9 Kasım 1953 sabahı, Etnoğrafya Müzesi'nde,) lâhdin diğer tarafında bulunan Yüksek Teknik Öğretmen Okulu öğretmen ve teknisyenlerine baktım, ‘- Lütfen!' dedim, ‘İşe başlayın! Gül ağacından tabutun kapağını açınız!' Bu tabut, vidalı tabiî. Aman efendim, bir dakika sürmedi, bütün vidalar söküldü ve kapak kaldırıldı. (Hasta olduğum için) başta eşim olmak üzere yanımdakilerin yardımıyla katafalka çıktım. Gül ağacından tabut içindeki her tarafı lehimli kurşun tabutu işaret ederek teknisyenlere ‘- Şimdi' dedim, ‘Bunun üç tarafındaki lehimi sökün, bir tarafı kalsın!' Üç tarafındaki lehim söküldü ve kurşun kapak, lehimi sökülmeyen kenar üzerine katlandı. Hemen burnuma fiksatörlerdeki kimyasal maddelerin kokusu geldi; o anda büyük bir rahatlığa kavuştum. Yanımdaki hizmetli Salih'e dedim ki ‘- Bu tahta talaşı, dikkatli bir şekilde, başından itibaren ayak ucuna doğru yığ!' O da dediğimi yaptı. Baktım, Atatürk'ün na'şı, kırmızımtrak kahverengi bir muşambaya sarılı olarak duruyor; yüzünün de üzerinde ilâçlı, kalın bir pamuk kitlesi…

“Yüzünde kalın bir pamuk kitlesi; ıslak… Düşünün ne mükemmel bir tahnit!”

“- Yani yüzü muşamba ile sarılı değil?

“- Hayır efendim, yüzü sarılı değil! Tahmin etmiştim zaten. Vücudu çepçevre muşamba ile sarılıydı; hatta bel bölgesinde şöyle kuşak gibi bir şeyle de bağlamışlar. Yüzünde kalın bir pamuk kitlesi; ıslak… Düşünün ne mükemmel bir tahnit! Ve o zaman kurşun tabut lehimlenirken en ufak bir delik kalmamış ki kurumamış, uçmamış fiksatör sıvısı. Elimle yüzü üzerindeki pamuk kitlesini kaldırdım. O anda, ölmüş Atatürk'ün heykel gibi yüzüyle karşılaştım; hiç bozulmamış! […]