Mustafa Kemâl’in hastalığı, ölümü, cenâzesi 139

Zındık Şâir (Behçet Kemâl Çağlar), o, sağken de, ölüyken de, onun hakkında birçok perestiş şiiri, hattâ Süleyman Çelebi'nin Muhammedî Mevlid'ine nazîre olarak Kemalist Mevlid neşretti ve bunlar için Kemalist Rejim tarafından taltîf edildi. Dahası, o, Kemalist Rejimin resmî şâiri mesâbesinde idi. Efendi'sinin sipârişi üzerine, namazlarda okunmak üzere, bâzı Sûrelere nazîre yazmış, fakat “Ebedî Şef”in ölümüyle Kemalist Dîn İnkılâbı tamâmlanamayınca, bilâhare, Aralık 1965'de, bunları, Milliyet gazetesinde, “Kur'ân-ı Kerîm'den İlhâmlar” başlığı altında neşretmişti. Bu husûsları “Mustafa Kemâl Kur'ân-ı Kerîm'e Nazîre Yazdırmıştı” ve “Mustafa Kemâl'in Âilesi Dîndâr mıydı?” başlıklı makalelerimizde tafsîl etmiştik.

- Mustafa Kemâl'in sağlığında birçok şâir ve nâsir (meselâ yukarıda zikrettiğimiz Yaşar Nabi Nayır), Zındık Şâir'inkine benzer müfrit medhiyeler, taabbüd metinleri neşretmişler ve Kemalist Rejimin iltifâtına mazhar olmuşlardı. (Bunların mühim bir kısmı, Halkevleri'nin nâşiriefkârı Ülkü mecmûasında intişâr etmiştir.) Bugün resmî edebiyat târihi kitaplarında kendilerine yer verilen, öne çıkarılan edîblerin büyük bir kısmı, bu cinsden kimselerdir.

- Devlet ve sâir siyâset adamları da, birbirleriyle yarış hâlinde, “Büyük Şef”lerini nasıl tebcîl edeceklerini şaşırmış vazıyetteydiler. Bu çeşit hitâbeler, beyânlar cem'edilse, cild cild kitaplar doldururlar. Bunlardan birkaç misâli işbu araştırma makalemizde daha evvel takdîm etmiş bulunuyoruz. İrfânsız Maârif Vekîli Dr. Reşit Galib'in konuşması, irfânsız Rektör İsmayıl Hakkı Baltacıoğlu'nun “Taptığımız Mustafa Kemal” başlıklı makalesi gibi…

Bu Fasılda, daha evvel neşrettiklerimize birkaç misâl daha ilâve etmekle yetineceğiz.

Samsun'da 19 Mayıs tapınışı

Velid Ebüzziya'nın (1882-1945) neşrettiği Zaman gazetesinin 25 Mayıs 1935 târihli nüshasından (s. 4):

 

*** 
“Samsun 21 (Hususî) – 19 Mayıs Atatürk bayramı şehrimizde sevinçle kutlulandı. O gün saat dokuz buçukta limandaki motörler düdük çalarak açıldılar. Hepsi de süslü idi. En büyüklerinde Atatürkün bir büstü, bir Sübay ile bir manga asker vardı. [Sonradan “subay” olarak telâffuz edilen “sübay”, Mustafa Kemâl'in birçok uydurma kelimelerinden biridir; Türkçesi “zâbit”tir…]
 

 

“Saat dokuz elli beşte, saat kulesinden verilen bir işaretle, merasime iştirak edenler, Atatürk iskelesine doğru hareket ettiler. Bu sırada limandaki vapurlar, karadaki fabrikalar, lokomotifler düdüklerini çalmağa başladılar. Atatürkün büstü iskeleye çıkarılınca düdük sesleri durdu. Hava fişengi ile verilen işaretlerle yirmi bir parça top atılmağa başladı.

“Bu sırada Sübayla birlikte büst, iskeleyi bölmüş olan siyah perdeye yanaştırıldı ve Sübayın kılıncı ile siyah perde yırtılarak öbür tarafa geçerken bando çalmağa başladı. Büst, Liseden 4 izci, Ticaret mektebinden 2 Bayan, ortamektepten 2 Bayanla Atatürk heykeli önüne getirildi. Çelenkler kondu, nutuklar söylendi.

“Bundan sonra Kâzım Paşa caddesinde resmi geçit yapıldı. [Kalabalık,] Belediye, C. H. Partisi, Halkevi önlerinden geçerek tezahürat yaptıktan sonra dağıldı.”

İnönü'nün The Financial Times'daki medh-ü-senâ makalesi

Yüksek tirajlı İngiliz gazetesi The Financial Times, 1 Şubat 1937 târihli bir Türkiye İlâvesi vermişti. Bu İlâvede, Başvekîl İnönü'nün Mustafa Kemâl'in şahsî husûsiyetlerini îzâh ettiği bir makalesi de mündericdi. İnönü, bu gayet tahrîfkâr makalesinde, “Büyük Şef”ini mümkün mertebe Demokrat bir lider gibi takdîm ediyor, mezîyetlerini saya saya bitiremiyordu. Buna mukabil, hiçbir kusûru bahis mevzûu değildi. Yine de, bir ecnebî okur kitlesine hitâb ettiği için, bunda, elbette, Türkiye'deki başka beyânlarında, hele hele menkûbiyetini müteâkib kaleme aldığı arz-ı ubûdiyet mektuplarında görüldüğü nisbette bir tebcîl, takdîs üslûbu kullanamazdı…

Osmanlı arâzîlerinden vaz geçme fazîleti

“Ebedî Şef”inin mezîyetlerinden en mühim bir tânesi, “idrâksizlik”le ithâm ettiği eski Osmanlı idârecilerine muhâlif olarak, İmparatorluğu'n Anadolu hâricindeki arâzilerinden vaz geçmesi imiş:

“Son iki asırdanberi, Osmanlı İmparatorluğu, gaye ve maksadlarında olduğu gibi, siyasetinde de vuzuhu kaybetmiş bulunuyordu. Kendi idare merkezinde bile adlî ve malî kanunları infaz edemiyen Babıali, Bosna-Hersek ve saire gibi ülkelerin birer bahane ile kendinden ayrılmış olduklarını bile idrakten âciz ve bunları hâlâ eczayi vatan addediyordu. Büyük Harbden sonra, İmparatorluğun tecrübeli ricali, sanki hiç bir şey olmamış gibi, 1918 de İtilâf devletlerile giriştikleri sulh müzakerelerinde, bütün Arabistanı ve Türklerin Avrupadaki topraklarını geri istiyorlardı. Çünkü İmparatorluk için herşey zevahirden ve şekilden ibaretti. Onlara göre, kendileri hâkim kalmak şartile memleketin idaresini yabancılarla paylaşmak, haizi ehemmiyet bir mesele değildi.

“İşte, bu zamanda, yalnızbaşına Türk millet ve memleketinin davasını eline alan Atatürk, yepyeni bir mefhumun müdafii olarak ortaya atıldı. Bu hiç te kolay bir iş değildi. Çünkü Türk vahdetini müdafaa edip kazanmak, sırf silâh kuvvetile ve kan dökmekle kabildi. Zaferden sonra da evvelki millî mefkûreye sadık kalmak ve millî hududlara rıza göstermek siyasetinde ısrar, ancak Atatürk kadar büyük bir adamın kudreti dahilinde bir işti. İşte bu mefhumdur ki bizi birçok hatalar işlemekten alıkoymuş ve bize, doğru yolu göstermiştir.

“Biz Panislâmizm ve Panturanizm siyasetini tamamen reddettik…”

Daha evvelki neşriyâtımızda, Mustafa Kemâl ve bütün hayâtı zarfında can ciğer arkadaşı Ali Fethi Okyar'ın, daha İttihâdcı İhtilâlinden ve Cihân Harbinden evvel dahi, Anadolu hâricindeki Osmanlı arâzîlerinin tasfiye edilmesi lüzûmunu müdâfaa ettiklerini, yine bu ikilinin en yakın arkadaşlarından Korgeneral Ali Fuat Cebesoy ile Ali Fuad Erden'in şahâdetleriyle tevsîk etmiştik.

Hâl böyleyken, Kemalizm, Osmanlı-İslâm arâzîlerinin Emperyalistlere teslîm edilmemesi için mücâdele eden Vahîdeddîn Hân ve sâir Osmanlı ricâlini “vatan hâini” îlân etmiştir… Resmî târih, bu nakaratı bugün de tekrârda berdevâmdır…

Bir başka zikre şâyân fazîleti, “Ayasofya'yı bir Bizans müzesi yapmak”

“Büyük Şef”in “Râdife”si, Kemalizmin Uydurma Târih Tezi sâyesinde Türklerin nefislerine îtimâdlarının arttığını iddiâ ederek, bu meyânda, “Büyük Üstâd”ın “Ayasofya'yı Bizans âsârına âid bir müze hâline ifrâğını” onun zikre şâyân bir başka mezîyeti olarak kaydediyor:

“Atatürkün irşadile vücud bulan Türk Tarih Cemiyeti, mesaisini beynelmilel kongrelere arzetmektedir. Bu husustaki mesai, gerek millî, gerekse beynelmilel bakımdan çok verimli olmuştur. Bu tetebbular neticesinde, Türk milleti, kendisinin en eski milletlerden olduğunu anlamış ve bu yüzden kendine olan itimadı ve kültür aşkı artmıştır. Kültür sahasında, bütün hakikatlerin belli olması için, Atatürkün Ayasofyayı Bizans âsarına aid bir müze haline ifrağ hususundaki kararı da gösteriyor ki o, bu gibi işlerde son derece geniş bir düşünce ile hareket etmektedir.”

Bizzât “Büyük Şef”in “Râdife”si tarafından kaydedilen şu âşikâr hakîkate rağmen (ki zâten, Kemalist Rejimin totaliter yapısı dikkate alındığında, bunun başka türlü olması imkânsızdı), günümüzde, zâlim Bizans Saltanatının yıkılışının ve yerine İslâm Sulh ve Adâletinin kāim olmasının timsâli Ayasofya Câmi-i Şerîfi'nin “Tek Adam”ın tâlimâtıyle müzeye çevrilmediğini iddiâ eden (akademik ünvânlı) “târihçiler” hakkında acabâ hangi sıfatı kullanmalı?

 

(Velid Ebüzziya'nın Zaman gazetesinin 1, 2 Şubat ve 2 Haziran 1935 târihli nüshalarından)
Ayasofya Câmi-i Şerîfi'ni Bizans müzesi yapma şerefi de “Büyük Şef”e âid… 
***