27 May 2017

Ne biliyorlardı

Bir yayıncı ve araştırmacı-yazar olan Süleyman Yeşilyurt sorduğu bir soru yüzünden tutuklandı ve bu duruma kimse tepki göstermedi. Basın-yayın ve siyaset camiasının hem kişileri hem kurumları ya sustu ya da tutuklama lehine adeta tezahürat yaptı.  Çeşitli terör örgütlerine ve eylemlerine aleni iltisakları sebebiyle tutuklanan yüzlerce ismi, iddianamelerinde gazetecilik uygulamaları ve düşünce izharıyla ilgili hiçbir itham ve suçlama olmadığı mâlûmken, abes biçimde ifade özgürlüğü ve basın hürriyeti çerçevesinde savunmaya ve aklamaya kalkan tuhaf zevatı histerik bir neşe kapladı. İlginçti?

Süleyman Yeşilyurt'un zihninde oluşan soru kısaca şu; Manevi evlât olarak himaye altına alınacak bir kişi ya kimsesiz olmalı ya da âilesi yoksul ve yardıma muhtaç olmalıdır. Afet İnan ise, milletvekilliği de yapmış, zengin, eğitimli ve güçlü bir bürokrat kızı. Üstelik çocuk değil, genç bir kız ve öğretmen… Yazar bu durumun, ‘manevi evlat' edinilme ve himaye amacıyla Atatürk'ün yanında yaşamaya başlama iddialarını gerekçe ve mantık bakımından boşluğa düşürerek anlamsız ve isnatsız bıraktığını düşünüyor. Bu sorgulama akabinde resmi tarihin iddiasının doğru olmadığına kanaat getiriyor ve bu kanaatini tarihi gerekçeleriyle birlikte hem yazıyor hem söylüyor. Bu yüzden de tutuklanıyor…

İddianamede “Atatürk'ün toplum gözündeki değerini düşürdüğü, toplumun bir kesiminin sinir uçları ile oynadığı, toplumu tahrik etmeyi amaçladığının anlaşıldığı” gibi ifadeler serdedilmiş.

Ayrıca  “suçun niteliği, kuvvetli suç şüphesinin varlığını gösteren olguların bulunması, delillerin tam toplanmamış ve delil karartma şüphesinin olması, öngörülen ceza miktarı, şüphelinin geçmişi ve diğer hususlar birlikte değerlendirildiğinde adli kontrol tedbirlerinin yetersiz kalacağından” tutuklu yargılanma istenmiş.  İstenen ceza "halkı kin ve düşmanlığa alenen tahrik etme" suçundan 2,5 yıldan 7,5 yıla kadar hapis… Burada sizce de vahim şekilde açıklanmaya muhtaç ve defalarca okunsa da bir türlü hayatın akışıyla bağlamı kurulamayan bir yığın sübjektif iddia ve itham yok mu?

Gazeteler, televizyonlar 68 yaşındaki bir yazarın bu suçlamalarla tutuklanmasını bir doğa olayını haberleştirir gibi veriyor. Ardından Derin Tarih Dergisi'nin Mayıs sayısı için toplama kararı alındığı haberleri geçiliyor.  Anlaşılan sebep, Latife Hanım'ın yazdığı ve 21 Şubat 1926 Tarihi'nde Boston Sunday Gazetesinde “Kemal Paşa çakma Napolyon'dur” başlığıyla manşet olan mektubun Türk okuruna ulaştırılması…  Yâni yine “Atatürk'ün hatırasına alenen hakaret” filan…

Bu manzaraya somut ve güçlü şekilde hiçbir itirazın gelmemiş olmasını dehşet verici buluyorum. Zira bu meseleler hakkında konuşmak ve karar vermek kesinlikle yargı mensuplarının değil tarihçi ve araştırmacıların işi. Neredeyse her sene ermeni tehciriyle ilgili “soykırım” iddialarını farklı ülkelerin parlamentolarından geçirmeye çalışan odaklara ve lôbilere karşı, haklı olarak ileri sürdüğümüz sava önce bizim itibar etmemiz gerekir. Savcı veya hâkim, tarihi düzlemde yapılan biyografik veya toplumsal bir kesite atfın aslında bir vakıa mı iftira mı olduğunu hangi müktesebatla ve usûl bilgisiyle değerlendirecek de hükme bağlayacak?  Üstelik bu hakkı ve haddi midir? Örneğin bu suçlamayla alâkalı olarak ibraz edilecek belgeler, tarihi tanıklıklar karşısında hukukun alacağı tavır ne olacak? Ayrıca tarihçinin “ne” yahut “kim” üzerine çalışacağını, konu hakkında nasıl akıl yürütme ve sorgulama yapacağını yasalarla belirlemeye ve sınırlamaya kalkmak hangi kâbustan fırlamış, ne tür bir cinnettir?

Türkiye M. Kemal'in kimliği, uygulamaları ve amaçları hususunda özgürce sorular sorabilmeli, sorgulamalar yapabilmeli değil mi artık?  Bunu için de bu alana yönelmek isteyen tarihçinin, araştırmacının, gazetecinin üzerinde bir cellât satırı gibi bekletilen ve fiilen sadece Türk Milleti'nin fertlerine karşı uygulanan Atatürk'ü koruma kanunu kaldırılmalı. Mustafa Kemal hakkında yabancı akademisyen, araştırmacı ve gazetecilerce söylenip yazılmış bulgularla ilgili literatüre, arşivlerde, banka kasalarında, kozmik odalarda saklanan tarihi belgelere bu milletin çocukları da ulaşabilmeli. Bu nasıl bir iştir ki bir ülkenin siyaseti, eğitim sistemi, kurumları ve bütün fertleri hep birlikte yetmiş yıl önce yaşamış ve ölmüş bir politik figürün ismine isnat edilen bir ideolojinin tahakkümü altında beşikten mezara kadar yaşamak zorunda bırakılsın ama o politik figürün bilinen isminden başlayarak her şeyi bir sis perdesinin altında muamma olarak tutulsun.

Anlaşılıyor ki Latife Hanım'ın bildiği ve bu millete hep söylemek istediği çok önemli bir şeyler vardı. Ama “kemalistler orada yazılanların açıklanmasına asla müsaade etmeyecek” diyen tetikçi köşe yazarlarının, koruma altındaki günlükleri okuduktan sonra elli yıl boyunca ulaşılma yasağı koyduran ve sürekli olarak “bildiklerim benimle birlikte mezara gidecek” diyerek adeta “yeminbillahlarla” bir yerlere teminat veren Prof. Dr. Reşat Kaynar'ın ve bu konuyla ilgili olarak “halk gerçeklere hazır değil” diyen 9. Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel'in de söylemek istediği bir şeyler vardı. M. Kemal'in hayatının merkezinde ya da çeperinde yer almış ne kadar çok kişi bire bir aynı sözü söylemiş değil mi? Bildiklerim benimle birlikte mezara gidecek… Ne biliyorlardı acaba?