04 Eylül 2015

Onca ‘Aylan’ ölüyor, onlar ayılmıyorlar…

İnsanı geren, tahammülsüz kılan, tepkili yapan günlük siyasi dilden sıyırmaya çabalıyorum söylemek istediklerimi.

Siyasetin kelime olarak da olsa cümlelerden sökülüp atmanın ‘empati' için iyi geleceğini umarak yapıyorum bunu. Çünkü insanların hayatın en bedbaht hallerini dahi anlamakta zorluk çeker hale geldiklerini düşünüyorum.

Beşeri hallerin en arı, en katıksız yaşanması gerektiği zamanlarda ‘ama'lı bir cümlenin yeterince mekruh bir tavır olduğunu kabul etmiyorlar. Ağızlardan dramatik ve yakıcı anlara dair duyulması gereken sıcak sözlerin karşıtı laflar dökülüyor sadece.

Şairin dediği gibi kelimelerin ‘kifayetsiz' kalıp, dilinizin koca bir balon gibi şişip, boğazınızı tıkadığı kıyamet anlarını yaşıyoruz sanki.

Ne yapsanız ne deseniz de nafile. ‘Nuh deyip peygamber demeyen' bir inadın değirmeninde insanlığımızı un ufak etmenin telaşındalar.

O yüzden günlük siyasetin keskinleştiren diliyle bir şey anlatmanın ne lafı edene ne laf edilene bir faydasının olmadığına inanıyorum. Çünkü ‘benim dediğim doğrudur' türü hükümran hallerini ne mantığın, ne aklın, ne vicdanın kıyısına uğratabilmenizin imkânı yok.

Üstelik bu kahredici ‘inatçılık halleri' öyle sıradan, incir çekirdeğini doldurmayan konulara dair olsa yine amenna. Terör savaş, ölüm gibi hayatı tarumar eden olaylarda bile aynı düz mantığın ısrarcılığıyla yaklaşıyorlar.

Yanı başımızda korkunç bir savaş var. Kanlı bir diktatörün koltuğu derdine yaşattığı cehennemden kaçan kaçana.

Doğal değil mi bu? İnsanlar kendilerinin olmadığı bir savaşın kurbanı olmak istemiyor. Yedirip, içirip, büyüttükleri çocuklarının pespaye bir diktatörün inadına heder olup gitmesini istemiyorlar.

O yüzden yerinden yurdundan kopmayı göze alabiliyorlar. Bütün sevdiklerini, ülkelerinin toprağını, yeşilini, dağını, ovasını, havasını suyunu arkalarında bırakıp, zamanın karanlığına dalabiliyorlar. O yüzden Çoluk çocuk bir insanın alabileceği en büyük tehlikeyi göze alıp, bilinmezliğin dehlizlerine kendilerini salabiliyorlar.

Yaşadıkları dramın en yakıcı fotoğrafı, Bodrum sahillerine vurdu geçtiğimiz günlerde. Üç yaşındaki Aylan Kurdi'nin cansız bedeni,  mülteciliği seçenlerin yaşamak için hangi koşullarda yollara düştüğünü ve ne türden bedeller ödediklerinin fotoğrafıydı aslında.

Lakin gelin görün ki yaşananlara dair  ‘sabit fikirlerinden vazgeçmeyenler Aylan misali ölümü yaşamadan sağ salim ülkemize sığınmış milyonlarca insandan adeta nefret ediyorlar.

Evlerinden, barklarından, ülkelerinden kopup gelen, hayatın içinde kaybolup gitmeye aday insanlarla ‘empati' kuramıyorlar.

Ülkemizin verdiği çadırı, ekmeği, suyu, okulu, sağlık hizmetini çok görüyorlar onlara. Matrak bir şeymiş gibi ‘bizim kendi insanımız dururken…' sözleriyle başlayan kirli cümleler kurup, sabah akşam şikâyet ediyorlar.

Demokrasinin, özgürlüğün, insan haklarının sembolü belledikleri Batı'nın ruhsuzluğu ve ikiyüzlülüğüyle davranıyorlar. Yaşanan dramın gerçek nedenlerini anlamak yerine, vicdanları törpülemeyi göze alıp onları kaçtıkları cehenneme göndereceklerini söyleyebiliyorlar meydanlarda.

Derdi anlatırken kelimeleri olabildiğince genele yaslandırmaya çalışsam da bu türden insanlarla sonuç değişmiyor. Kandan, ölümden, yokluktan, zulümden, başıboşluktan kaçanlara kapıları açan ülkelerine öfkelenmeyi haklı buluyorlar.

Lütfedip almayı kabul ettikleri insanlara köle gibi seçme şartı koşan, ayrımcılık yapan, kasten botlarını batıran, sınırlarında insanlık dışı muamelelere tabii tutan ‘Batı' gibi davranmayı marifet biliyorlar.

O yüzden de can yeleksiz, ışıksız, pusulasız otuz kişinin bineceği teknelere yüzlerce insanın binebilmesini ‘mantıksız', insanların bir ‘umut' diyerek düştükleri yollarda hayvanlar gibi telef olmasını ‘aptallık' diye yorumlayabiliyorlar üstenci zekalarıyla.

Sonuçta Aylan gibi binlercesinin bedeni kıyılara vursa dahi onlar vicdanlarını yatırdıkları kirli rüyalardan bir türlü ayılmıyorlar.