Protestonun gücü

Son yıllarda dizilerin, kamuoyunu nasıl meşgul ettiğini medya organlarındaki haber dağılımdan bile anlamak mümkün. 2000'lerin başından beri, beyaz camın hikâyeci yönünü keşfettik. Öyle ki dizi oyuncuları, “gündemden düşmeyen” eğlence sektörünün kahramanlarını “haber değeri” olarak da çok gerilerde bıraktı.

Bu süreçte her kesim/kısım kendine göre bir yol izledi. 2000'ler, medyanın kendi gücünü bir dayatma mekanizması olarak da hazmettiği ve kutuplaştığı devreyi yansıtıyor. Bu kutuplaşmadan diziler ve diğer aktüel programlar da nasiplendi.

“Laylaylom” dozu yüksek televizyonculuğun kestirmeden algı pompalayan tehlikeli bir yanı gelişmeye başladı. Tek partili dönemden itibaren, çok partili dönemin ardından üst üste darbelerin sıralandığı ülkemizde kimin nasıl düşüneceği gazete manşetlerine “direk” yazılırken yakın zamanlarda ise Batı dünyasının kullandığı türden, “dolaylı” bir algı operasyonu başladı.

15 Temmuz öncesi olsa buna basit bir siyasi ve konjönktürel bir kutuplaşma diyebilirdik. 15 Temmuz'dan sonra ise durumu artık “birleşenler” üzerinden daha farklı okumaya başladık. Görüş ayrılıkları zeminine indirgenen, şirazesi kaymış sözde merkez medyanın insanımızı, eğlence üzerinden millî-manevi değerleri öteleyerek keskin kutuplaştırmalara ve sonrasında ayrışmalara yönelttiğini, cazip prototipler üzerinden anti millî referanslar sunduğunu “artık hep birlikte” ve apaçık görüyoruz.

İdeoloji bunalımı yaşanan bir devirde her medya grubu, tâbi olduğu “taraf”a dair klişeleri çok da belli etmeden, ete kemiğe büründürmemeye özen göstererek ve görselliğin cazibesiyle perdeleyerek sunmaya başladı.

En azından basit bir izleyici olarak, 2010'lara kadar olan dizilerde (az izlenen dinî referanslı bir iki kanal ve FETÖ kanallarındaki dinî sömürü hariç) niçin bir ezan sesi duyulmadığını, dizi kahramanlarının niçin hiçbir dinî inancı veya bir inancın gereği olan ibadet gibi bir aktivite içinde olmadığını, geleneksel dinî yaşayışı aktarırken bile içine neden mutlaka safkan cahil bir “Müslüman” prototipinin dâhil edildiğini sorgulamaya imkân vermeyen bir “tekelci” tutum sergilendi.

Sanki Türkiye'de ülkenin çoğunluğu olan Müslümanlar için hiçbir yaşam hakkı yokmuş, onlar gündelik hayatın bir parçası olamazmış gibi.

Şimdilerde ise televizyondaki seçeneklerin giderek çoğaldığı bir dönemi yaşıyoruz. Sosyal medya dili, herkesin kendi fikrini dayatabileceği yanılgısı yüzünden çoğu kere işe yaramayan öfke ve gerilim söylemiyle beslense de kimsenin “şunu izle, bunu izleme” diyemeyeceğinin gün kadar aşikâr olduğu bir dönemde…

Geçenlerde bir ödül kriziyle çok konuşulan Diriliş Ertuğrul, son yıllardaki tarih literatürünün hem edebî hem de ilmî bakımdan daha ulaşılır hâle gelmesi ve buna bağlı okuyucu taleplerinin artması sonrasında, sunumu için çok geç kalınmış bir beyaz cam zaferidir.

Millî ve manevi hassasiyetler noktasında ortaya konulan her iş kendi içinde doğruluk ya da sıhhatlilik bakımından tartışılabilir. Fakat bu tartışma, mazisini tüm gerçekliği ile benimseyen, onun en layık olduğu şekilde bugüne aktarılmasını isteyen, İslâmî hassasiyetlerde titiz ve modernitenin getirdiği aşındırıcılığı ve dönüşümü endişeyle karşılayan izleyici ile dizi yapımcıları arasında konuşulabilecek bir “üst” meseledir.

Zira ayağına kadar sözde ödül vermek için getirttiği Diriliş Ertuğrul kadrosunu, yalnızca “kendi” borusunu öttürdüğü bir sahnede, gerçek değerinden çok aşağılarda ve hazımsız şiş karınlı söylemlerle “hiçlemeye” çalışmanın, tercih, tavır, talep, takip, beğeni ve konjönktürle hiçbir ilgisi yoktu. Bu yalnızca, kazanca göre yol arayan “özgür dünya görüşü” iddiasının, çökmüş hilelerinden biriydi. Ve evet, siyasiydi.

Abartılı tepkiler işin tadını kaçırsa da, bu meseleyi salt Diriliş Ertuğrul üzerinden okumamak gerekir. Bu mesele üzerinden, kendi mahallenizin izleyicisinin de bir numaraya oturttuğu bir medya grubunun dünyanın en başarılı işini yapıyor olsanız bile lütfen de olsa umursamaması ile yüzleşilmesi gerekir.

Ve ne mutlu ki, topluma yansıması beklediklerinden çok farklı olan bu hadise, ezbere uyguladıkları algı dayatmasının artık bu millete sökmediğini de ortaya koydu.

2006 yılında Filistinlilerle dayanışma için İsrail'e kültürel protesto ve boykot uygulayan sanatçı ve entelektüellerin öncü isimlerinden John Berger, bu güçlü etkiyi vurgulamak için, “Karşı çıkmamak son derece onur kırıcı, küçültücü, ölümden de beter olacağı için protesto eder insan. Her an gibi geçici de olsa iz bırakır.” diyordu.

Dizi yapımcısı Mehmet Bozdağ ve ona destek olan tüm dizi kadrosu, Kelebek Ödülü'nü protesto ederek bu haksız kuşatmayı da yıkmış ve dizi takipçilerini de onurlandırmış oldular. “Uyanan düşünce uyumaz,” arkasından gelecekler de olacaktır.

Önemli not: 5 Kasım 2016 tarihli yazımın internet ortamındaki metninin altında bir okuyucu ricası vardı. Yeni yayınlanmaya başlayan “Vatanım Sensin” adlı dizi ile nasıl bir algı operasyonu yapıldığına dair analiz yapmam istenmişti. Televizyonumuzun yakın tarihine ilişkin yukarıdaki kısa yorumun, söz konusu diziyi nasıl konumlandırmamız gerektiğine dair bir yaklaşım olarak da algılanmasını isterim. Şu zamanda kimseye “izle” ya da “izleme” diyemeyiz. Ama kendimize pekala söyleyebiliriz. Değer yargılarımızı iğdiş ederek, küçümseyerek, vatan sevgisini aşağılık can pazarlıklarına indirgeyerek yok etmeye çalışan yapımların kodlarını ve referanslarını iyi kavramaya, hem bu coğrafya hem de kendimizin iyiliği için mecburuz. Ve niçin bu kültürel diktatörlüğe boykot uygulamayalım ki?