11 Eylül 2017

Rızık ve sofra

Gündelik işleri yürütürken üzerinde pek de düşünmeden kullandığımız ama hayati öneme sahip kavramlarımız var. Müslümanlar ‘rızk' kelimesiyle kurbiyeti güçlü bir dil kurmuşlardır.

Rızkın Allah'tan olduğuna işaretle “Er-rızku al'allah” denmiştir.

Bir ayette “Ve fîs semâi rızkukum ve mâ tûadûn / Ve semada sizin rızkınız ve vaadolunduğunuz şeyler vardır.” (51 Zariyat 22) buyurulmuştur.

Eski toplumda bu ayete münasip bir hayat döngüsünün sürdürüldüğünü biliyoruz. Mesela aylardan birine ‘Ekim' diyoruz. Anadolu'nun tımar sisteminin temeli olan buğday tarımında toprağın sıcaklığını ve tohumun gelişmesine uygun zamanı kolluyoruz. Böylece Osmanlı iktisadî – içtimaî –  askerî sisteminin kaçınılmaz olarak Allah'ın vereceği rızka (buğdaya) bağlı olarak yaşadığını görüyoruz.

Modern toplum rızk ile bağı koparmıştır. Artık rızkın Allah'tan geldiğine dair inanç yıkılmış ve teknolojiyle ele geçirilecek ‘gıda' ve ‘sermaye' düşüncesi Müslümanları zehirlemiştir. Bu nedenle içimizden birileri “Böyle ilkel tarımla emperyalist Batı'nın karşısında duramayız. Fabrika yapan fabrikalar kuralım.” demişler rızka bağlı toplum sistemini reddetmişlerdi. Bu düşünce sahipleri toplumların rızkla Allah arasındaki ilişkisinin bu topraklarda ‘millet olmanın' perçini sayıldığını algılayamadı. Osmanlı'nın tarım toplumu tasavvurunu devlet teknolojisi tasavvuruyla birleştirdiğini göremeyen bu okuma 1571'de 300 savaş gemisi ve 30.000 askeri bulunan Haçlı ordusu karşısında Türk donanmasının 140'tan fazla gemiyi kaybetmesini (İnebahtı -1571) ve altı ay içinde kaybettiği donanmayı yeniden inşa etmesini yorumlayamadı. Bu nedenle biz yıllardır “Devletin teknolojisi, halkın tekniği vardır.” sözümüzle milletin devlet gibi yaşamadığını ona rızkın Allah'tan geldiğini ifade etmeye çalışıyoruz. ‘Halk' kelimesi el-Halik olana bağlı ahlâk toplumu olmayı ifade eder, görüşümüzün kaynağı budur. Rızkının Allah tarafından (el-Halik) verildiğini bilen toplumların ahlâk değerleriyle yaşadığı bir insan / tabiat / din tasavvuru içinde olması kaçınılmazdır. Bu tasavvurun neticesi ise ahlâk üzere yaşamayı mümkün kılacak aile temelinde toplum kurmaktır. Anadolu'da iktisadî-içtimaî sistemin temeli tımar ve onu şehirlerde organize eden ahilik milletimizin rızkı Allah'tan bilmesinin bir neticesi olarak devleti varlığa çıkarmıştı. Gıdanın bir iktidar temeli olduğunu hâlâ idrak edemeyen Türk siyasal dindarlığı Türk toplumunu tarımdan kopartmanın teorisini yapmanın peşine düşmüştür.  

Böylece rızk kelimesinin erzak kelimesiyle olan bağı da kırılmıştır.

Bu kırılma nedeniyle artık halk katmanları arasında ‘rızkımı arıyorum' ifadesiyle aslında ‘kamusal alandaki statümü korumam gerekir' kastedilmiş olunur. Oysa kamusal alan kavramı çatışma alanıdır. Farklı söylemlerin, tavırların ve aslında rekabetin yaşadığı burjuva toplumsallığıdır.

Rızk aramayı kamusal alana ve bu alandaki statütüsünü koruma refleksine tahavvül eden Türkiye'deki dindarlık kendi anlam dünyasından bu şekilde kopmuş oldu. Dolayısıyla klasik toplumsal zamanındaki rızk arama tahayyülüyle günümüz toplumsal zamanın rızk için yaşama kaygısı birbiriyle çatışmaktadır.

Klasik zaman dindarlığı Allah'ın kendisine verdiği rızkının içinde, hayatını idame etmeyi asgari düzeyde temin eden erzak ve eşyaları görüyordu. Modern zaman dindarlığının rızk tahayyülü içinde ise Batı'da üretilen tabiata saldırı araçlarının hayalleri vardır. Milyonluk konutlar, lüks arabalar. Modern dindarlığın hayalleriyle kapıldığı bu arayış mahalleyi terketme refleksidir.

Oysa klasik zaman dindarlığının servet büyüklüğü mahalleyi terk niyeti taşımazdı. Çünkü rızk topluluğa (cemaate) inmekteydi. Bu nedenle günümüz Müslümanlarının sabah erken saatlerde kitlesel olarak poğaça-simit peşinde koşturmaları mahalle hayatını terkin neticesidir.

Modern Müslümanlar sofra açamadıklarından poğaça-simit peşinde avını kapmış erkek arslan misali bir yemek kültürüne boyun eğdiler. Oysa rızk sofraya inmektedir.

Klasik ahlâk-siyaset düşüncesinde ev-mahalle-şehir yapılanmasındaki barınağın ‘ehl-meslek-erzak mekânı' olarak tanzim edilmiş olması günümüz dindarlığının unuttuğu bir bilgidir.

İslâm evi yani aile inşasıyla ilişkilendirilecek kavramlar ‘ehl' (aile), ‘meslek' (sülûk),  ‘erzak' (rızk) bir bütün oluşturmaktaydı. Erzak-rızk ilişkisi ‘ev' içine çekilmişti.

Modern zihniyetin ‘konut-sokak' ilişkisi ‘rızk'ı sağlamamakta ve bunun için bireyi ‘dışarıda' ücret/maaş aramaya zorlamaktadır. Kentin sokağı, kent büyüdükçe uzayan ve geri dönüşü zorlaştıran, başka ihtiyaçları gerektiren meşakkatler getirmektedir. Modern zamanlarda rızk temini, ücret/maaş gibi kavramlara indirgendiğinden büyük emek ve maliyetlerle uğraşılan bir neticeye bağlanmaktadır. Oysa yukarıda da ifade ettik, Müslüman toplumun dindarlaşması teolojik olarak bağlandığı er-Rezzak'a iktisadî olarak da bağlanmasıyla doğrudan ilişkilidir. Bu durumda rızk temininin insana zorlaşması, rızkın anlamının bozulmasıyla ilgilidir. İnsanlar rızkı kamusal alanda varolma statüsünün tüm maliyetlerini karşılayacak bir gelir olarak algılamaya başladığından rızk artık temin edilememektedir. Çünkü bu statütü arayışı kamusal alanın mücadele ve rekabet alanındaki çarpışmadan başka bir hedef belirlememektedir. Böylece rızk, ‘yaşamak için gerekli erzak' anlamından yani tarih boyunca bütün Müslüman toplumlarda da görüldüğü üzere ‘sofraya sahiplik' anlamından dışarı çıkarılmış, bir anlamda kovulmuştur.

Bilindiği üzere sofra, tarih boyunca tüm Müslüman toplumların alametidir. Hz. Meryem'e sofra indirilmiştir. Hz. İsa'nın havarileri sofrada buluşmuştur. Ahmed Yesevi de halifelerine alâmet olarak ‘sofra' vermektedir. Hz. Yusuf da Mısır ülkesini ‘sofra rejimi'yle yöneterek bolluk ve kıtlık günlerinde hem halkının ve hem de dünya halklarının ihtiyaçlarını karşılamış, adil bir yiyecek-üretim düzeni tesis etmiştir.