-Ruzname; Kelime Günlüğü’nden-

Ses

 

Bir zamandır, akşamın karanlığı koyulaştığında hep aynı sesi işitir oldum sokaktan: “Helvacııı! Helvacı helvaaa!”

İşte bu ses, sokağın taşıdığı tüm kötü ihtimalleri yok ediyor. Bütün İstanbul, olan biten suçların tamamından, bağrında taşıdığı bütün çirkinlik ihtimallerinden uzaklaşıyor. Sanki yüz yıl öncesinin daha masum günlerine konuyor zaman. Bütün köşebaşlarının tekin olduğu, ayak seslerinin huzuru bozmadığı, pencere ışıklarının ardındaki hayatların daha tanıdık olduğu, normallik algısının fıtratla eşleştiği zamanlara…

Helvacının sesi ekmeğinin peşin düşmüşken masumiyetine kavuşan sokağın tadını çıkarmak kalıyor bize.

İstanbul gibi bir metropolde yaşamak, sessizliği lükslerin arasına taşıyor. Gecenin en kör saatinde araba uğultusuyla şafağı karşılayan ve günün ağarmasını beklemeden bütün uzuvları hep birden hareketlenen bir şehir olmasından ötürü bu böyle. Şehir seslerinin cezp edici maharetleri de var. Gündüzü ayrı, gecesi ayrı tonlanıyor. Kendiliğinden, aksak ve düzensiz olmasına da kolay alışıyorsunuz.

Amerikalı James Lovett'ın, İstanbul'u Marmara kıyılarından başlayıp derinlere, saray saçaklarından sokaklarına dek deştiği şiirleri vardır. Hem en ünlü şairleri dâhil eder oyunlarına hem de onlardan ilham toplar İstanbul için. Hepimize tanıdık sesleri çınlatır kelimelerinin içinde:

 

Gecenin en son sesi, haykırıyor damların

Üzerinden bir kış gecesi. Tiz perdeden,

Soğuk, çırılçıplak sopranosu sesin…

İii-yiii boza!.. Bacaların ve sessiz

Antenlerin kuytularında kiremitlere

Tünemiş uyuşuk martıların üstünden

Yükselip ulaşıyor ışıklı pencereye.

(Bozacı)

 

Eskiden evlerin dışındaki ahşapların aralıklarından oluk oluk içeriye akıyordu bu sesler. Kapı önü taşlıklarında birikiyordu. Dışarıda aksettiği gibi taptaze duyuluyordu. İstanbul sokaklarının vazgeçilmezi soğuk gecelerde tınlayan satıcıların ilginç ses oyunlarıydı. Kâgir evler sayılıydı. Onların camları da henüz sesleri yalıtmadığından sokakla muhataptı. 1980'li yıllara dek, kapı önü süpürmek, pencereyi sardunyasız bırakmamak, pazar filesi taşımak kadar hayattaydı böyle evler. Onların alçacık saadeti de nadirlere karışınca satıcıların maharetli sokak sesleri de evlerden uzaklaştı. Halen eski İstanbul semtlerinden birinde oturuyorsanız bu değişmezliği yaşamak, tipi ortasında bacası tüten ve cılız bir sarı aydınlık saçan o mutluluk evini bulmak gibi… bazen o sıcaklıktan bile daha güzel.

İstanbul sokaklarının sesleri de biçimleri gibi artık birbir çeşit.

Bir şehrin denizi ve tepesi çok ise çay içmek için bahane arayıp durursunuz ve en çok bu anlarda kendinizi attığınız mekânlardaki sesler cümbüşlü bir resmigeçidin habercisidir. Birçoğunu aynı anda yakalamak ihtimali epey yüksektir. Bir arkadaş kavgası, yere oturmuş bir çocuğun inadı, birbirini çok özlemişler kulübü, hararetli bir telefon görüşmesi, aynı anda ve küçücük alanlarda yankılanır. Bardağınızdaki çay henüz bitmemişken annenin yere oturan çocuğuna kızgınlığı artar, iki arkadaşın öfkesi tırmanır, çok özeyenlerden birinin beklenmedik müjdesi diğerinin yüzünde aydınlanır ve telefondaki diğer sesin ne dediğini tahmin etmeye başlarsınız. Ve artık bardağın içindeki tükenip gitme vaktiniz gelince ağlayan çocuk sesini, hesaplaşma anını, mutluluk dolu bir vedalaşmayı ve sonu gelmeyen telefon görüşmesini ardınızda bırakmışsınızdır.

Yollarda akıp gitmeye uğraşırken kimi sokak satıcıları seslenir, bir deli manifestosunu açıklar, bir telefon kulübesinde sıla hasreti dile gelir, birinin kulaklığından elektrogitar cızırtısı sızar.

Ve sıra gelir şehirde her akşam gibi bir akşama...

Hiç kimse kaçıp gitmek istemez, yer yer çoğalan ve çoğaltan bir çatı altında sohbet varsa. Kargaşadan bıkmış kaldırımlar bile sohbete yârendir. Sağda solda seğirtirken belki kalabalık hâlde olurlar, belki de sadece iki kişi. Belki gidecekler birazdan, ama belki de birbirlerini duyabilmek için hâlâ vakitleri var.

Akşam geceye yaklaşınca artık gökyüzü sokakları toparlamak için yeterince karanlıktır.  Kaldırımlar sırayla sessizleşir. Heceler daha bir anlaşılır olur, harfler taşlarda titreşir.

Bir bardağa değen kaşık sesi, yankıdan ibarettir artık. Bir başkasıyla veya başkalarıyla bir gülüş veya bir ünlem hayat bulur, bir de yürürken çıkan ayak sesleri. Karşıdan karşıya geçenler, geçerken koşanlar, geride kalanlar, gidenlerden kalanlara seslenenler… Tok, tiz, sakin veya dikbaşlı, şımarık veya asabî sesler…

Bir şehrin insan sesiyle inşası... Bir anın kalabalık olmasıyla yükselen, diğer anın yalnız olmasıyla alçalan ve yer değiştiren duvarlar. Şehir sakinlerinin yalınkat uzanarak söyledikleri sözlerle aydınlanan pencereler.

Öyleyse ses, şehrin soluğu olmalı.

Kalabalık haldeyken alınan, yalnız manzaralarda verilen nefesi...

Denge mekanizması, hatta kalbi olmalı...

Şehir, şarkılar mırıldanıyor, tezahüratlar yapıyor, itiraz ediyor, vedalaşıyor, kavuşuyor, kahkahalar atıyor, ağlaşıyor.

Onları dinlemek kendini duymanı sağlıyor. Bir gün içlerinden biri olduğunu, olabileceğini, olman ya da olmaman gerektiğini hatırlatıyorlar.

Artık bozacılar pek duyulmuyor. Çoğunlukla kış, kimi zaman yaz gecelerinde helvacının sesiyle gecenin koyulaştığını anlıyorum artık. Birkaç sokak öteden başlıyor tınlamaya. Yaklaşınca tipi ortasındaki sarı ışık belirginleşiyor. İçinde çıtır çıtır yanan odunlar… Kimi mutlu ahşap ev kümeleri… Sokaklara gerilmiş çamaşırlar… Cam kenarlarında sardunyalar. Evet, tam da öyle bir anda helvacı geçiyor. Ya da helvacı geçince öyle bir an inşa oluyor. Ve İstanbul, İstanbullaşıyor:

“Helvacııı! Helvacı helvaaa!”