Şahitliğimiz yetmez

Tarih yazıcılığı, dünyada her milletin ortak imtihanı. Birinin diğerine nispet varlığı, tarihî belgelerle mümkün. Milletlerin bu konuda uzlaşabildiği durumlar azdır. Tarihî arşivlerin de muharebe meydanlarındaki mücadeleye benzer bir kaderi vardır bu yüzden. Her yeni belge ve bulgu, muhatabını harekete geçirir ve leh/aleyh durumuna göre şekil alan yeni bir mücadele başlatır.

Türkiye son yıllarda, sivil tarihe yöneldiğinden bu yana yeni tarih okuma anlayışı ya da anlayışlarıyla muhatabız. En azından bilinen “resmî” verilerin  sivil yazıcılıkla karşılaştırılıp sağlamasını yapma fikrine sahibiz. Bu durum meraklı olanları ve kısmen de toplumu amatör “teorisyen” durumuna getirdiyse de sorgulanmamışlığı ve sorgulanamazlığı kıran bir serbestlik kazandığımız kesindir.

Elde bu kadar farklı yazılı veri mevcutken şahitliğin değerini daha iyi anlıyoruz. Yakın tarih tartışmalarında Osmanlı'nın ardından Türkiye'nin meydana geliş süreci için “yazdırılmış” tarihin artık bize yetmediğini fark ettik. Özenle başvurduğumuz kaynaklar artık, birinci derece şahitlerin günlükleri ya da savaş notları. Dış bakışı sorgulamak için de Batılı ve Doğulu gözlemcilerin notlarına da yöneliyoruz. Bu süreç en çok da yayıncılığımızın serüveniyle örtüşüyor. Osmanlı Türkçesinden ve yabancı kaynaklardan yapılan çeviriler çoğalıyor, önemseniyor ve dikkate değer hâle geliyor. Bu yalnızca basit bir merakın değil; işi aslından, birebir şahitlerden öğrenme gayretinin bir sonucu.

Daha eskilere gittiğimizde, bulunduğumuz coğrafyayı konu eden seyahatnameler, elçilerin notları, günlükler, saray erkânının hatıraları, kulaktan kulağa yayılan kıssalar, Osmanlı tarih yazıcılarının belgeleri… derken her türlü bilgi ve belge şahit olamadığımız bir devri anlama gayretimizi besleyen ve kuytuları aydınlatan birer nimete dönüşüyor.

Mademki tarih arşivleri, yalnızca bizim değil, dünyada medeniyet iddiası olan ve öncü kültür olmayı hedefleyen her milletin ve devletin en çok önem verdiği bilgi havzası; o zaman her geçen günün tarih verisi ve her birimizin birer şahit olduğu idrakini canlı tutmak zorundayız.

Nesil olarak bu karmaşık zamanlardan bize kalan benzersiz bir imkânın sahibiyiz. Çünkü şahitliğimizin ve yaşadığımız toprakların değerini en çok 15 Temmuz'da anladık. O gece her türlü kayda geçmiş delil sağanağının muhatabıydık. Dostun düşmanın ayrıştığını hiç bu kadar yakından ve net görmemiştik. Tecrübe etmediğimiz bir tarihi anlatırken ve onunla övünürken hayretimizi ve sahiplenme gücümüzü kışkırtan ve soluksuz geçen tek bir gece sayesinde, şahitliğin her türlü bilgiyi ve belgeyi aşan bir güç olduğunu keşfettik.

Şahit olmak, bedel ödemek için yetmez bazen. Bunu en iyi şehit ve gazilerin adanmışlığı anlatıyor bize.

O gecenin manzaraları hafızalarımıza, hissiyatı kalbimize mühürlendi. Ama gün geldi, o arınmış taze hava yerini puslu sabahlara, kirli sulara bıraktı. Şehitlerimiz hatta şahitliğimiz sorgulandı. Olanca gücünüzle bağırıp yaşanan haksızlığa karşı direnişinizi kalbi darmadağın eden sahneler eşliğinde anlatsanız da hiç kılı kıpırdamayacaklar var aramızda.

Koskoca tarihî belgelerin bile başa çıkamadığı türden medya anlayışının hâkim olduğu bir dünyada, 15 Temmuz kurtuluşunun ve uyandırdığı hayretin nasıl ilk günün samimiyetiyle hayatta kalacağını konuşmak ve yolunu bulmak zorunluluğumuz var. En azından şu saatten sonra topluma malolmuş bütün mecralardan hayata karışabilecek bir yordam gerekiyor.

15 Temmuz denilince birbirini şerh eden on cümleden müteşekkil tekrar söylemlerin verdiği bıkkınlık tehlikeli. Bazı cümleler öylesine sembolleşti ki basit kelimeler üzerinden yapılmış ezberlerin zihni tembelleştirmesiyle donuklaşan bir kahramanlık hikâyesi gibi algılanmaya başladı. 15 Temmuz'un kendine ait bir dili olmasına rağmen, çoğunluk aynı tekrarın kurbanı olunca sıradanlaşmaya varan bir anlatıma hapsolduğu izlenimini uyandırıyor.

Tarihî her yeni belge ve bulgu, muhatabını harekete geçirir ve leh/aleyh durumuna göre şekil alan yeni bir mücadele başlar, demiştik. Bugün bu kadar yakın geçmişin ispatında zorlanıyor oluşumuzu, ikna gücümüzle ve anlatım becerimizle de ilişkilendirmek zorundayız. Zira hâli hazırda kayda geçmiş görüntüleri bile yalanlayarak kitleleri karşıt konuma getiren medya gücünü “biz yaşadık, oldu” kestirme iddialarıyla kıramayız. Bu zamanda bir hakikatin izahı, anlatımın her yolunu deneyen ve akacağı mecraları hazmederek ufku görebilen bir anlayışla mümkün. Zira şimdinin tarihini yalanlamak için bile argümanlar çoktan piyasaya sürüldü.

Geçmiş dönemlerdeki tarihî vakaların aksine, 15 Temmuz'a ait belge ve bulguların iddiası, onun ifade biçimiyle doğrudan ilişkili. Üslubu, terminolojisi ve ulaştırma araçları, o gecenin ne olduğuna dair hamaseti zorlamayı bir kenara bırakmış, sabırlı ve sakin izahları da içermek zorunda.

İki yılı yazı ve söylem üzerinden hesaba çekelim ki, aynılaşma yüzünden daha fazla kelimeyi kaybetmeyelim. Zafer, direniş, mücadele, şehit, şahadet, kutlu yürüyüş, kader, muvaffakiyet, gazi, cesaret, istiklal, şahlanış, sivil mücadele, bayrak, vatan, bağımsızlık, iman… ve daha birçok muhteşem kelimeyi basitleştiren anlatımlardan sıyrılalım. İçinde 15 Temmuz dahi geçmeden derdini vakarla en sahih bir biçimde anlatacak metinlere ve onların dönüştüğü görüntülere kavuşalım. Bu ezber döngüsünü kıralım.

Yaşananları inkâr edenlerle bu yolla mücadele etmek, elinden gelen için, o gece bütün varlığını Hakk'a ve vatanına adayanlara borcumuzdur.

Bu vesile ile;

Bugüne kadar bütün samimiyetiyle 15 Temmuz hatırasını yaşatmak adına anlatana, yazana, çizene ve görüntüleyene selam olsun.

O gece meydan yerinde vatanı müdafaa için bulunandan ve gazilerimizden Allah razı olsun.

Şehitlerimize rahmet olsun.

Devraldığımız mirası muhafaza etmek için Allah yardımcımız olsun.