06 Ağustos 2017

Sanal değil, gerçek mücahit olmak

Sanal denince akla ilk önce internetle ilgili bazı uygulamalar gelir. Ancak gerçek hayatta da birçok sanallığın içerisinde yaşamaktayız.

Aslında hiçbir şey yapmadığımız, dâhili olmadığımız olaylardan dolu dolu yaşamışız gibi etkilenip yoğun duygular yaşayabiliyoruz.

Olayların ne kadar anlamlı ve lüzumlu olup olmadığı konusuna girmeden,

Bir maç öncesi stadyumlara koşan on binlerin, gruplar halinde rengârenk kıyafetleriyle, coşkulu marşlar söylemeyerek yaşadıkları heyecanı gözlemlediğimde, bütün bunların müjdeli bir fethin içinde yer almak için canından geçip sefere çıkan mücahit hissiyatına, ruhumuzun ihtiyaç duyduğu açlığın sanal bir tezahürü olduğu fikrine kapılıyorum.

Benzer mücadele ve fetih duygularını bir Ertuğrul dizisinde, haber bültenlerinde, youtube daki videolarda yaşayıp daha sonrada paylaşımlarımızla, eşyalarımızdaki sembollerle devam ettiren Osmanlı torunlarıyız hepimiz.

Hedeflerimize ulaşmak için, duygusal coşkuya ve motivasyona elbette ihtiyacımız olmaktadır.

Dizi başları, taraftar fanları dolup taşarken, camilerin dedelere kalmış olması, Kuran öğrenme imkânları bu kadar kolaylaşmış ve yaygınlaşmışken bile talebe bulunmayışı, tebliğ çalışmalarının gıdım gıdım ilerleyişi, ilim, zikir ve sohbet meclislerine yapılan davetlere icabet edilmeyişi; motive olan değil, daha ziyade sanal duygularla sanal doyuma ulaşmış bir neslin ortaya çıktığının göstergesidir.

Sadece birer izleyici, bir takipçi olarak duyumsadığımız duygularla, sanal doyumsallığa razı gelerek cihat-mücadele saflarını boş bırakmakla, tövbesi büyük bir vebalin ağırlığını omuzlarımıza yüklediğinin farkında mıyız acaba?

Bu neslin müptela edildiği/olduğu sanal olarak yaşatılan duyguların en büyük sıkıntısı ise, kendini ihtiyaçsız hissetme hastalığıdır.

Hastalığa olan kayıtsızlık için bir çare olur umuduyla Tebük seferine katılmayan üç sahabenin yaşadıkları ders hükmündeki süreci hatırlatmak isterim.

Tebük seferi malumunuz zorlu bir seferdir. Resulullah (Sallallahü Aleyhi ve Sellem) dönüşte mescide gidip 2 rekât namaz kılar. Sonra sefere katılmayanlar huzura gelip mazeretlerini iletirler. Hz. Peygamberde onların dış görünüşlerine bakarak bağışlar ve durumlarını Allah'a havale eder.

Ancak; Kâ'b b. Mâlik, Mirare b. Rabî ve Hilâl b. Ümeyye (Radiyallahü Anhüm) hiçbir mazeretleri olmadıklarını açıkça beyan ederler. Çok pişmandırlar ve tövbe etmişlerdir. Bunun üzerine Resûlullah bu üç sahabe ile görüşülüp konuşulmasını, Allah'tan tövbelerinin kabul olunup olunmayacağına dair bir hüküm gelene kadar men eder.

Dikkat çekmek isterim. Bu 3 sahabe savaşta komutan değillerdir. Çok önemli kilit bir rolleri de yoktur.  Hatta birisi gücünü büyük ölçüde yitirmiş yaşlı bir sahabedir. Yani Allah'ın ve Resûlünün onlara hiçbir şekilde ihtiyacı yoktur.

Ancak hiçbiri “ben olmasam da olur!”, “hep bildiğimiz şeyler” gibi bir duygulara kapılmamışlardı.

Kulluğunun gereğini bilen samimi Müslümanlar olarak ihtiyaç sahibi olanın kendileri olduklarının bilincindeydiler.

Allah'a kul olmaya ihtiyaç,

Resûllullah'ın emrine ve sünnetine olan ihtiyaç,

Müslümanlarla bir arada olmaya ihtiyaç,

Mücadele içinde yer almaya, cihat etmeye olan ihtiyaç,

Kuran'a, Onun hükümlerini yaşamaya ve yaşatmaya olan ihtiyaç,

Diğer ihtiyaç sahiplerine yardım etmeye olan ihtiyaç,

Davaya, dava sahibi olmaya, sanal değil gerçek adam olmaya ihtiyaç,

Seyretmeye değil yaşamaya, içinde olmaya olan ihtiyaç,

Bugün gerçekten Üstad Necip Fazıl'ın gençliğe hitabında belirttiği gibi bir gençliğe ihtiyacımız var.

“…‘kim var!' diye seslenilince, sağına ve soluna bakınmadan, fert fert ‘ben varım!' cevabını verici, her ferdi ‘benim olmadığım yerde kimse yoktur!' duygusuna sahip, bir dava ahlâkını parıldatıcı bir gençlik...”

Allah elli günlük çile ve samimi pişmanlıklarının ardından 3 büyük sahabenin tövbesini kabul etti.

“Savaştan geri kalan üç kişinin de tövbelerini kabul etti. Yeryüzü bütün genişliğine rağmen onlara dar gelmiş, vicdanları da kendilerini sıktıkça sıkmış, böylece Allah'(ın azabın)dan yine O'na sığınmaktan başka çare olmadığını anlamışlardı. Sonra (eski hâllerine) dönsünler diye, onların tövbelerini de kabul etti. Şüphesiz Allah, tövbeyi çok kabul eden ve çok merhamet edendir.

Ey iman edenler! Allah'a karşı gelmekten sakının ve doğrularla beraber olun.” (Tevbe 118-119)

Bizlerinde içinde bulunduğumuz pasifliğe, kayıtsız kalışımıza ve kendimizi ihtiyaçsız hissedişimize tövbe edip bir ıslah hareketinin, ehlisünnet bir İslam davasının içinde yer alma zamanımız çoktan gelmiştir.