Sarı taşlı şehrin manzarası

Zamanımızın kayıp hanesine kazılı kalacaklardandır bunca hız. İnsanın kendi eliyle imal edip yetişemediği bu akışın sürati arttıkça artarken… ve derken Proust aklıma geldi. Anları kaydettiği Kayıp Zamanın İzinde serisinde iç içe geçmiş an huzmelerini istif edişi geldi. Zamanı yavaşlatıp genişletişi geldi…

Hayatı yavaşlatmak ne mümkün? Hayatı değil, hayat enstantanelerini yakalıyoruz artık. Hayatımızı değil fragmanlarımızı yaşıyoruz, köşebaşlarında başkalarının fragmanlarını izlerken buluyoruz kendimizi.

Hız, derinliklere inmeden çoğunu söküp atıyor. Mutluluk anının fotoğrafı cihaz belleğine girer girmez manzara değişiyor.

Elde avuçta silinmeye durmuş birkaç gülümseyiş, kırık dökük birkaç tecrübe, tadımlık birkaç an… Geçmiş bir güzellik silsilesinin içinde çerçeveleniyor. Çocukluk özleniyor. İhtiyarlığına kavuşanlar hep öyle söylüyor.

Saymakla bitmeyecek onca yaşanmışlıktan, tadımlık birkaç hatırlı hatıra kalıyor geriye. Onları hatırlatacak şifreleri nerede saklayacağız peki?

Ali Nacar Camii'nin sarı taşlarına bakarken bir kez daha düşündüm bunları. Etrafını çeviren caddelerden yayılan araç gürültüleri, onun eski sesleri taşıyan cephesine yaklaşamıyor gibiydi. Bütün sesler, kablolar, elektrik lambaları, şehre yayılmış peysaj akıp gidiyordu üstünden. Öteki eski yapılarla kavuşuyordu. Yüksek ya da azametli olmaktan değildi asaleti. Her şeye karşın orayı bekliyor olmaktandı.

Gaziantep'ten hatırıma kazınan Ali Nacar Camii'nin etrafını çevreleyen bir şehir görüntüsü. Diğer camilere, onca konağa, hatta kaleye rağmen onun merkezde olduğu bir şehir resmi kaldı geriye. Bakırcılar Çarşısı'nın ahşap kepenklerini, eski taş konak pencerelerinin kısa trabzanlarını, Şirvani Camii'nin şirin avlusunu, Kale'nin asil duruşunu, sık sık önümüze düşen ahşap oymalarını, bakıra vuran çekiç seslerini ona eklemledim.

Zaten bir şehrin hafızamızda yer edişi hep böyle bir yol izliyordu. Bir cumbayla hatırlanıyordu bir semt ya da bir dükkân kapısıyla. Yollarıyla hatırlanan köyler iliştiriyorduk zihnimize ya da düzlükleriyle dinlendiren yamaçlar. İnsan yaradılışı böyle olmalıydı. Zira kendine bile “en” diye belirlediği bir noktadan bakmaktaydı.

Şehir gezmekle bitmez zaten. İnsan gibi…

Eski taşların istifi, yeni anları istiflerken zamana sığmayışımızı anlatmaya muktedir. Güçlü bir semboldür taş. Biçimine, duruşuna, eskiliğine, rengine göre değişir. Mutlak kalıcılık arzusuna yenilmiş zayıf insana, kavi duruşuna rağmen aşınmışlığı ile anlatır gelip geçiciliği. Hafızanın kıymetini, sadakatiyle anlatır. Herkes gider, o kalır. Kımıldamadan kıyameti bekler.

Mesela kaldırımın bitişinden yükselen sarı taşlı eski duvarlarda oyuklar vardı. Kurşun izleriymiş. Savaşlarda binaların aldığı yaralar ve bereler… Suyun, rüzgârın dağıtamadığını dağıtan kurşun izleri…

Gaziantep'in Selçuklu'dan itibaren şekillenen ve Osmanlı ile daha da zenginleşen klasik mimarisi, giderek metropole dönüşen şehrin ferahlatan unsuru. İmza çadırında ve söyleşide şehirlilerle bir araya geldik. Bulundukları Mezopotamya havzasının hafızasından, vaktiyle yetiştirdiği yönetici insan potansiyelinden dem vurduk, bu yıl 4'üncüsü düzenlenen Kitap ve Kültür Günleri'nin satırdan sadıra bir yol olmasını diledik. Ziyaretimizde emeği olanlara müteşekkiriz.

Yukarıda bahsettiğim gayriihtiyari vakit darlığı yüzünden kısacık bakış atmalarla görebildiğim Gaziantep'i, bir cami muhafazasıyla hatırlamaktayım artık. Hareketli detaylarla, gülümseyen insan yüzleriyle ve hürmetle süslenmiş, özlenecek bir muhafaza bu.