26 Ağustos 2017

Savaş Edebiyatı: Aydın Açmazı

Edebiyatımızın çok yakın geçmişe kadar savaş hassasiyetinden büyük ölçüde mahrum oluşunun ve savaş edebiyatı alanında yüzlerce eser sayamamamızın sebebi, hiç şüphesiz şair, yazar ve aydın kesimin savaş mahallerinden uzak olmasıydı.

Süleyman Nazif'in bu konu ile ilgili şöyle bir cümlesi var:

“...Biz bu harp ile yalnız bi-emsâl vilâyetlerimizi ve milyonlarca vatandaşımızı kaybetmedik. Biz bu harbde gençliğimizi, edebiyatımızı, ahlâk ve maneviyatımızı da hercümerc ettik...” [“Harp ve Edebiyat” Hadisat, S. 152, (2 Ramazan 1337 / 1 Haziran 1919)]

Nazif'in sözleri Osmanlı'nın son demlerini ve sonrasındaki rejim sancılarıyla yaşadığımız imtihanı anlatmaya yetiyor aslında. Bahsedilen harp, Birinci Dünya Savaşı. Savaşın can damarı olan Çanakkale Savaşlarına gidecek asker kalmayınca, hem on beşlikleri hem de asırlarca savaşlardan uzak tutulan medrese talebelerini cepheye çağıran Osmanlı, geleceğini ayakta tutacak genç neslin neredeyse tamamından vazgeçmek zorunda kalmıştı. Gençlik ki, memleketin her tür fedakârlıkla ve büyük umutlarla yeşerttiği geleceğiydi. Yani geleceğinden vazgeçmişti.

Hem Birinci Dünya Savaşı, hem de Kurtuluş Savaşı boyunca, her büyük şehrin ve bilhassa İstanbul'un, yaşanan yoksulluk ve dramlardan haberi bile olmayan elit tabakaları mevcuttu şüphesiz. Üstelik savaş zenginleri türemiş, Pera'da konuşlanmış emanet hayatlarını birinci sınıf imkânlarla sürdürür olmuşlardı. Yazar ve şairler ise gazete köşelerinde hüküm sürüyordu.

Yazar ve şairlerimizin cephelere uzaklığı bilinen ve zaman zaman tartışılan bir meseledir. Zira bildiğimiz tek asker yazar Ömer Seyfeddin'di. Asker bir aileden geliyordu ve askerî okul mezunuydu. Hareket Ordusu ile Selanik'ten İstanbul'a gelip de 31 Mart Vakası yaşandıktan sonra ne kadar büyük bir yanlışın içinde olduğunu görüp ordudan uzaklaşmıştı. Sade Türkçe akımının öncüsü olarak dergi çıkartmaktayken, Balkan Savaşı'nda cepheye yeniden çağırılmış, bu defa esir düşmüştü. Savaşın cephe arkasını, katliam köylerini, Rus askerinin acımasızlığını, savaş zenginlerini, halkı sömüren kansızları gözleriyle görmüş, tecrübelerini esirgememiş ve hikâyelerine konu etmişti.

Ömer Seyfeddin, hem edebiyatçı hem de entelektüel bir askerdi. Dil konusundaki fikir yazıları, savaşta yaşadığı olağanüstü olumsuzlukları hikâyelerine ustalıkla yedirerek anlatan bir sanatçı olması, bir asker olarak durduğu yeri sorgulaması onu dört başı mamur bir aydın yapmaya yetip artıyordu bile. Kısacık hayatı ve acıklı ölümü, en çok hatırlanan yazarlardan olmasına engel değildi. Onu cephede değil, yalnızlık içinde yitirmiştik. Ve o da olmasa, cepheye gitmiş, bizzat savaşmış asker bir yazarımızın varlığından da söz edemeyecektik.

Gençliği solan on beşliklere türkü yakılan, hem özgürlüğünü hem de geçimini kazanmak için can havliyle uğraşan Anadolu insanına tezat bir aydın profili hüküm sürmekteydi gazete köşelerinde. Hamasetin ve romantizmin kıskacında, gerçeklikten ver gerçeklikle yüzleşmiş ahaliden uzaktılar. Aydınların çoğu, aydın sülalelerine mensuptu. Osmanlı toplumunda sınıf ayrımı olmasa da okur-yazar takımının kendince bir muhiti ve taassubu mevcuttu. Cepheye gitmek bir tarafa cepheden gelmişin halini anlamak için dizini kırıp dert dinleyene de pek rastlanmıyordu.

Enver Paşa'nın Çanakkale'ye yaptığı yazar çıkartması, tarihin en önemli hadiselerinden sayılır bu manzara içinde. Paşa, cephedeki kahramanlıkları görüp anlatacak bir aydın yoğunluğu oluşturmak derdindeydi. Bu, hem siyasi ve konjönktürel bir girişim hem de yazarların savaşla bağ kurması için bir davet olarak düşünülebilir. Paşa'nın bütün çabası, cephede savaşan askerler kadar “fedakarlık ve ciddiyet içinde yerine getirme imkânı bulamayan” yazarlarımızın, “askerin cevherine ve milletin kabiliyetine dair” eser üretmelerini sağlamaktı. Bunun için Türkçü ve devrin hükümdarı İttihatçılardan olmaları ile tanınan yazarlar ağırlık taşıyordu.

Gidenler arasında dikkat çeken isimler şunlar: Ömer Seyfeddin, Orhan Seyfi Orhon, Hakkı Süha Gezgin, Nazmi Ziya Güran, İbrahim Çallı, İbrahim Alaeddin Gövsa, Hamdullah Suphi Tanrıöver, Mehmed Emin Yurdakul, Ali Canip Yöntem. Çağırılıp da gitmeyen isimler ise daha da dikkat çekici: Tevfik Fikret, Cenab Şahabeddin, Süleyman Nazif, Halit Ziya Uşaklığil, Samipaşazade Sezai, Abdülhak Hamid Tarhan.

Aslında mühim olan cepheye giden aydınların, savaşa dair geriye ne bıraktıklarıydı. Çallı bir askerin resmini yapdı. İlk olarak Hamdullah Suphi yaşadıklarını İkdam gazetesinde tefrika etti. Katılanların tamamının kaleme aldıklarını bir araya getirmek için Harp Mecmuası yayımlanmaya başladı. Ama bugüne kalan nedir? Olumlu anlamda Ömer Seyfeddin'i ve olumsuz anlamda ise Halide Edip'i bir kenara koyarsak; ilk bakışta göremeyeceğiniz kadar yok sayılacak metinlerdi geriye kalan. Hissiz ve yaşanmışlıktan uzak…

Süleyman Nazif, yitip gidenler arasında sonraya kalacak değerlerimiz olduğunu söylerken çok haklıydı. Bir neslin hafızası, varlığı ve cevherleriyle birlikte yitip gitti. Cephenin şartlarından dolayı huzuru kaçan aydınlar da üzerlerinden miskinliği bir türlü atamadı. Devrin şahlanan şairi Mehmed Âkif'ten başkası değildi. Cepheye gitmemiş olsa da savaşı ruhunda yaşadığını hissettirecek kadar duyarlı ve içtendi. Ama memlekette yaşananlar, iki-üç ismin kaleminden çıkanlarla anlatılmaya ve anlaşılmaya yetmezdi. Geleceğinin yok oluşuna şahitlik eden yazarların çoğu, yeni bir gençlik inşası davasından uzak tuttu kendini.

Bizim yaşadığımız vakaları edebiyat ile sınamak gibi bir alışkanlığımız hiçbir zaman olmadı. Bugüne dek savaşa dair yazılan satırlar, yaşananları anlatmaya bile yetmeyecek kadar az. Enver Paşa'nın aydın çıkartması, “milletimizin kahramanlığını” dile getirme adına olsa da, kıylükal miktardaydı. Tıpkı edebiyatımız içindeki savaşın varlığı gibi.

Durum halen değişmedi zira. Türkiye'nin Doğu ve Güneydoğusu'nda yaklaşık kırk yıldır savaş hali yaşanırken bile bunu dile getiren çok az roman var memlekette; olanların çoğu da düşman tarafında. Edebiyatın bir gelecek planlaması olduğunu idrak ve izaha gayret eden aydınımız da çok az. Hatta bunun tartışılacağı bir platformun oluşmaması, meseleyi ne kadar hafife aldığımızın da bir göstergesi.