12 Ağustos 2017

Savaş edebiyatı: Kuraklık devri…

Edebiyat dediğimiz, birbirinden başka fikirlere doğru seğirten ya da onları besleyen ve gün geçtikçe genişleyen büyük bir organizma. Çünkü yaşıyor ve yaşatıyor. Zamana uyaklı edebî sesleri sevin ya da sevmeyin, beslenilen suların akışı ne yöne çevrilirse çevrilsin; akarlardan beslenmenin kâfi gelmediği ve bereketin kaynağına inmek gerektiği düşüncesi, artık bulunduğumuz coğrafyanın mutlakları.

Bugüne, bugün hakkında bir şey söylemenin, hedefi tutturmuş bir kanaat kondurmanın güçlüğünü, temizlenmesi zor yakın tarih deformasyonlarından anlayacak kadar toplum tecrübesine sahibiz. Yaşadığımız devrin analizcilerini, bugünden uzaklaşan her gün haklı ya da haksız çıkaracak. Edebiyat, her ne kadar sanat cephesinin gerçeği algılayış ile tahayyül edebilme kabiliyetlerinden yana dursa da devrin yansımalarını somut unsurlarla analiz edebilme sorumluluğunu asırlar boyunca üstlendi.

Ve zamanlardan taşan ve mekânları aşan edebiyat, titizlikle ölçü alan, daima ince işçilikle devirlerin üzerine tıpatıp oturan elbiseleri diken usta zaman terzilerinin buluşma noktası oldu.

Yalnızca mutlulukların ve olumluların izini sürmekle yetinmez edebiyat erbabı. Acının, gözyaşının, kıyımların ve donmuş solukların da sürekli peşindedir.

Savaş ve Barış'ın müellifi büyük usta Tolstoy, Aşkın Yasası, Şiddetin Yasası kitabında “İnsanı akla aykırı bir hayatın getirdiği acılar, akla uygun hayatın şart olduğu bilincine sevk eder.” der. Bu bir yerde akılsızlığın da geçiciliğine dair müjdeli bir cümledir. Aşksızlığın -bir nevi manevi düstursuzluğun- önce ferdi sonra da toplumu savaşlara ittiğini anlattığı bu kitap, Birinci Dünya Savaşı'nın hemen öncesinde kaleme alındı. Bu zamanlama, gidişatın sağlam bir analizinin yapıldığına işaret etti ve bu isabetli tespitler, insanın çok güvendiği aklının getirdiği vahşetleri temellendiren ironiyi tartıştı.

“Bulunduğumuz coğrafya” derken, memleket sınırları olabildiğince geniş tutarak içinde durduğumuz Ortadoğu ve Balkan bileşkesinin atmosferini gün be gün soluyor olduğumuz akla geliyor. Yalnızca son elli yılın savaş özetini çıkarmak istesek, dünyaya mal olacak kadar uzun ve çeşitli savaş acılarıyla yüzleşmiş oluruz. İçli dışlı olduğumuz beldelerde hiç sönmeyen yangınlar ve susmayan ağıtlar, bir sonraki elli yılı şimdiden şiirde ve nesirde anlatamaya yetecek ve artacak kadar derin izlerle dolu. Kendimizden sonrakilere “Aman ha!..” diyebileceğimiz duyulası, görülesi ve anlaşılası tecrübelerin şahidiyiz.

Tolstoy'a, aşkın karşısındaki “şiddetin yasası”nı yazdıran Bolşevik İhtilali'nde gördüklerinden fazlası değildi. Zamanını, en alt tabakadan en üst tabakaya dek geniş bir bakış açısıyla okuyabilen bir entelektüeldi. Rusya'nın inşa ettiği medeniyet merdivenlerinden oluk oluk Rus kanı aktığını ve bu vahşet yüzünden ülkenin yargısız infazların, sokak çatışmalarının, başsızlığın, işsizliğin, açlığın kavurduğu bir Rusya'ya dönüştürdüğünü ciltler doldurarak değil, “özetleri” ve “nispetleri” sindirdiği, aforizma cümlelerle dolu kısa yazılarla anlatabilmişti. 

Tolstoy, erişilmesi zor edebî hâkimiyetin sembolü. Savaş ve Barış, zirveden indirilemeyen bir şaheser. Tolstoy'un eserlerinden ve kurgu dışı nesirlerinden anlıyoruz ki, en çok savaş ve barış ile onların etrafında şekillenen toplumsal arızalara kafa yordu. Savaşlar bu dünyanın en önemli derdiydi çünkü. Kıyımların, şiddetin sınırlarını zorlayan, matematiği vicdanın önüne koyan küresel travmalardı.

Bugün teknolojiyle her gün daha gaddar matematik hesaplarıyla çoğalıyor savaşlar. İnsansız teçhizatların hedefinde insan var. Kör noktalar çoğalıyor. Hiç şüphesiz bugün Tolstoy'dan daha fazla anlatacak derdimiz var ama onun kadar dertli miyiz? Zira bugüne dair sarsıcı, gerçekçi, ders veren bir savaş edebiyatından mahrumuz. Küresel çok satanların büyük kısmı sahte umutların ve boş işlerin taciri. Ödüller sıradanlığı en iyi anlatabilene gidiyor. Bunun bize verdiği mesaj, yaşantılardaki gösteriş budalalığının, minimize yaşamların öylesineliği kisvesiyle sadeleşmiş, azalmış edebiyatla giderilmeye çalışıldığı.

Anlatacak derdimiz çok, yazacak gücümüz yok. Bir kuraklık devrini yaşıyoruz.

İnsanlık namına, olmuşları ve bütün ihtimalleri, sağlam kurgularda yaşatabileceğimizi bilmek güven verebilseydi keşke. Keşke belde belde Birinci Dünya Savaşı'nın Anadolu'da, Balkanlarda, Ortadoğu'da yaşattığı kıyımı, kahrı ve tevekkülü yüzlerce kitapta anlatabilseydik ve onları aynı savaşa dâhil olmuş ülke dillerine çevirebilseydik. Ya da “bulunduğumuz coğrafya”yı gün be gün eriten insanlık suçlarını, dünyanın gözü önünde aç bırakılan insanları ve buna rağmen kendi rutin yaşayışımızı sürdürebilecek kadar nasıl soğukkanlı olabildiğimizi sorgulayabilseydik.

Haber için malzeme şarttır. Haber anın, anların duyurulmasıdır. Bugünü söyler, yarına karışmaz. Yıllardır medyanın ihtimallere dair önsezi deklaresinin peşinden sürüklenmek, bizi bize ait olmayan gölge cümlelere mahkûm etti. O gölgeler, yenilenen zamanla birlikte, hafızamızı da yanına alarak bir is gibi dağıldı, silindi. Silindiği için bugünkü sınır içinde ve dışındakilere “başkalarının savaşları” diyebiliyoruz.

Hâlâ “belgelenmemiş” geçmiş ve gelecek çığlıklarımız var.

Hepsi bir yana; Batı'nın kıyım distopyalarına, kıyamet senaryolarına yeterince ağlamış bir toplum olarak akılsızca sürdürdüğümüz duyarsızlığın, körlüğün ve sağırlığın yakın zamanda geçeceği umudumuz bâkidir.