19 Ağustos 2017

Savaş Edebiyatı: Tarihe Sığmayan İnsan

Modern zamanlardan bu yana, savaşların insanlık dimağında bıraktığı izler, meydana getirdiği fizikî yıkımla eşdeğer. Savaş, meydanlarda yaşanmıyor artık. Cepheler giderek azalıyor. Normal hayat akışını ve sıradanlığı hedef alıyor düşman. Dünyadan bihaber çocukların canını yakmanın, hayatta kalmaktan başka derdi olmayan insanları göçe zorlamanın ve silahsız kitlelerin bütün geleceğini karartmanın yaşandığı cinnetli bir zaman tünelinden geçiyor gibiyiz. Ne var ki bu cinnet, tünel derinleştikçe asıl sıradanlığa dönüşüyor.

Hangi savaş ya da işgal ya da insanın havsalasının alamadığı kadar büyük ve acımasız şiddet; aklı ne kadar zorluyor, tamir edilmez yaralar açıyor, sonraki nesillere ne kadar acılı mağlubiyet veya zafer, ne kadar çok destan yahut ağıt miras bırakıyorsa büyük savaş olarak anılmayı o kadar “hak ediyor”.

İki yüzyıl boyunca art arda süren savaşlarla sınanmış bir coğrafyayı teslim almışlığımız, bizi bugün yaşanan insanlık dramlarını anlama konusunda biraz daha yumuşak başlı yapıyor elbette. Yine de büyük harpler görmüş nesillerin artık aramızda olmaması, geride kalan hatıra ve mektupların alıcılarına geç teslim edilmemesi, toplum huzurunun kıymetini neden tam idrak edemediğimize bir izahı olabilir.

SAVAŞIN İZİNİ SÜRMEK

“Savaş Edebiyatı” tanımlaması, savaş darbeleriyle yontulmuş insan ve mekân hikâyelerini geniş zamanlarda coğrafyadan coğrafyaya taşıyan eserlerin bütününe karşılık geliyor. Yani ihmal ettiğimiz bir mecburiyeti... Hatıralar da mektuplar da edebiyatın önemli bir parçası. Yalnızca elimizde bunlar kalmış olsa dahi, bir savaşın gerçekliğini yansıtabilen her metnin, yaşanan travmaları ve duygu deformasyonunu anlamamız için birer argüman olduğunu kabul etmemiz gerekir.

Yaşanmışlık, yeterince sarsıcı ve inandırıcıdır aslında. Sinema, yaşanmış hikâyelerden alıntılandığında ya da yaşanmışlığa öykündüğünde hep daha fazla etkiler. Türkiye'de son yıllarda edebiyatın sürekliliği roman türü üzerinden sağlanıyorsa da, romandan sonra en çok yakın tarih hatıralarının okunduğu bilinen bir gerçek. Belki de onun için tarihî romanların beraberinde savaş hatıralarını da kitap raflarına taşıması rastlantı değil.

 

HATIRALAR İKNA EDİYOR

Hatıraları bu kadar talep edilebilir kılan, romanlarda olduğu gibi insanı merkeze alması olmalı. Kaleme alan kişinin belki günlüklerden yola çıkarak ya da bizzat günlüklerini derleyerek ortaya koyduğu bu eserler, önce anlatıcının zihin ve duygu dünyasına açılıyor. Sonra onun gözünden bir serencam yorumuna şahitlik ediyorsunuz. Tümüyle subjektif ve öznel bir girişim olmasına rağmen okuyucu, yaşanmışlığın karşısında belki hayret ve hayranlıkla o günlere tanık oluyor. Hatıralar ikna ediyor bu yüzden. Dikte edilen tarihten bağımsız, cesur bir yankılanma oluyor. 

Savaştan arta kalan, bütün parçalanmışlığına rağmen sadece insandır. Kalanların hikâyeleri, gerçekçiliğin en saf hali ile aktarımı sayesinde topluma tesir eder, devamlılığını sürdürür. Bu yüzden konu edilen savaşın büyüklüğü nispetinde yazılanlar iz bırakır, çoğalır, gerçekliği ve inandırıcılığı sorgulanır hale gelir.

Savaş hatırlarının ve dönemlerin başkişilerinin gördüğü büyük ilgi, yayınevlerini harekete geçirdi. Yalnızca hatıra yayımlayan yayınevleri kurulduğu gibi, hatıra tespit işini arkeolojik kazılara benzer ince araştırmalarla sürdüren köklü yayınevleri var. Bu tip taramalarla gün yüzüne çıkan hatıralar arasında en çok ses getirenler, Cumhuriyet döneminin baş aktörleri olan paşaların savaş hatırları oldu. Resmî tarihi sorgulatan bu hatıraları edebiyattan çok gündemi değiştiren argümanlar olarak tanımlamak yanlış olamasa gerek. Zira sözkonusu hatıra sahiplerinin, satırlarını edebiyat namına kaleme almadıkları muhakkak.

 Şu sıralar en çok okunan anı kitapları, Sultan İkinci Abdülhamid'e dair birinci, ikinci, üçüncü ağızdan hatırlar… Hemen sonrasında ise, yakın tarih işgal dramının en öne çıkan figürlerinden Aliya İzzetbegoviç'in hatıraları geliyor. Osmanlı ve Cumhuriyet dönemi sürgünzedelerinin anıları da sivil tarih açısından önemli yer tutuyor. Çanakkale Savaşları ve Millî Mücadele, paşaların, rütbeli askerlerin ve asker yakınlarının kaleminden en sık dile getirilen savaş anıları.

 

İNSAN HİKÂYELERİ

Milletçe savaşı tarihten ayrı görmeyişimizin, yalnızca savaş konulu eserler konusunda bir tahlil yapmamızı zorlaştırdığı göz ardı edilmemeli. Bu yüzden edebiyatımızın kurgu cephesinde savaşın yeteri kadar yer bulamayışına dair değerlendirmeler fazla değil. Savaş romanlarından çok, savaş hatıralarına sarılmamız da savaşı tarihten ayırmayışımızla açıklanabilir.

Savaş elbette tarihten ayrı değil. Fakat insan zihnine, kalbine, hissiyatına sığamayan acılar görmüş bir coğrafyada mağlubiyet ve zafer gibi net iki neticeye dair kuru bilgiler, birer savaş hikâyesi olamaz. Hatıralar da bir yere kadar bunu sağlayabiliyor. Hatıranın sahibi nereye kadar gidebilmişse o kadar. Zira insan, ne millî ne de şahsî tarihe sığabiliyor.

Nesillerin yaşadıkları coğrafya üzerindeki varlık sebeplerini anlaması ve geçmişle bağ kurabilmesi için, savaşların izdüşümünün ve nesillerin zaman içindeki seyrüseferinin anlaşılmasına hizmet etmek, değişkenli ortam ve zamanlarda yorumlamak ve klasik tarih söylem kalıplarının dışına çıkabilmek gerekir.

Kuran-ı Kerim, peygamberlerin kıssaları aracılığı ile insan hikâyelerine sıklıkla yer verir. Peygamber Efendimizin (sav) hayatından kesitlerin bugüne ulaşması ve İslam'ın en güçlü delilleri olması İslam'ın insan üzerinden tariflendirmesi ve delillendirilmesidir. Zira insan, kendi türünden süregelen yaşanmışlıklarla ikna oluyor. Felaketlerini yaşarken hep benzer hayatlara dikkat kesiliyor, öyle teskin oluyor.

Ferdî yansımalardan haberdar olmak ve anlamaya çalışmak, savaşın insanın zihin ve kalbinde bıraktığı hasarları, travmaların izdüşümünü takip edebilmeyi de sağlıyor. Savaş görmüş insan hikâyelerinin bugünkü rehavetli hallerimize şifa olduğuna şüphe yok.