Selam

-Ruzname; Kelime Günlüğü'nden-

İstanbul'da, eski mi eski bir semtin otobüs durağının bankında gelecek otobüsü beklerken yaşlıca bir hanım “Selamun aleyküm” deyip yanıma oturuyor. Sıcak gülümsemeli bir selam olunca ben selamını alıp o oturduktan sonra da gülümsememiz devam ediyor. O sırada bankın önünden bir hanım daha geçip giderken banka henüz oturmuş olan hanım ona da “Selamun Aleyküm” deyiveriyor. Geçip gitmekte olan hanım ise hem başıyla hem de sesli olarak selamı alıyor. Yanımda oturan bana dönerek “Aslında selamı veren ben olmamalıydım. Ayakta duran oturana selam vermeli değil miydi?” diye soruyor. “Evet doğrusu öyledir.” diyorum. “Bunları hiç bilmezdim aslında. Geçenlerde hemen şuracıkta ders veren bir hocahanımdan öğrendim. Selamın ne kadar incelikleri varmış…” diyor. “Evet böyle güzel incelikli işleri öğrenmek insanı mutlu ediyor.” diyorum. “Gerçekten de öyle. Bilmediklerimi düşününce üzülüyorum ama.” diyor. “Bilmeyi istemek herkese nasip olmaz. Bu da bir mutluluktur.” diyorum. “Anneciğiyle yaşayan biriyim. Babamı erken kaybettik. Biz Rumeli göçmeniyiz aslen. 1915'te gelmişiz İstanbul'a” diyor. “Ne güzel. Buraların eski hallerini siz tatmışsınızdır öyleyse.” diyorum. “Hem de ne güzeldi. Çok eski tarihî camide bir hocaefendi vardı. Çok güzel vaazlar verirdi. Ben gençtim o zaman. Dinlerken huzur bulurdum. Çünkü okuyup öğrenecek bir kitabımız yoktu. O da çok engele rağmen bize öğretmeye devam etti. Evlatları ardından gidemedi, yanlış yollara girdiler. Oluyor böyle şeyler. Hayat garip…” diyor. “Çok üzücü. Artık bunları daha sık duyuyoruz. Ama her şey insan için… Sizin gibi burada doğup büyüyen komşularınızdan burada kalanlar var mı?” diyorum. “Bir iki aile kaldı. Çok eskidir komşuluğumuz. Tabii buralarda insanlar çok değişti. Ama yine de bir yere değişmem. Anneciğim doksan yaşında. Birbirimize yetiyoruz, buraları seviyoruz.” diyor. “Ne mutlu size. Benim de çok sevdiğim bir yerdir. Çocukluğumda tanıdıklarımızın evlerine yürüyerek gittiğimiz sokaklarını hiç unutmam.” diyorum. “Ben de bu sokaklarda oynayarak büyüdüm. Sonra çok gençken bir hastalık illeti geldi ki sorma. Hastanede aylarca komada kaldım. Bir sürü ameliyat geçirdim. Sonra bir daha bunu yaşamak korkusundan evlenemedim. Ama bir sürü yeğenlerim onların da çocukları oldu. Böyle de güzel. Ben mutluyum.” diyor. “Bu sevgi size yeter. Annenize Allah hayırlı ömür versin.” diyorum. “Amin. Ama bu hastalıktan mustarip olunca tahsil de yapamadım. Halbuki çok isterdim okumayı.” diyor. “Sizin tecrübelerinizin birçoğuna yüksek tahsilliler sahip değil. Üstelik hayata sizin gibi bakanlar öyle az ki…” diyorum.

Mutlu oluyor.

Yeğenlerini nasıl da sevdiğini düşünüyorum.

Doksan yaşındaki annesini anlatışından anlıyorum onun üstüne nasıl titrediğini. “Anneciğim” deyişinden çok mutlu bir çocukluk geçirdiğini…

İçinde mahalleden çok çok öteye taşan bir sevgi var da muhatabını bulamamış ama bunu fazla dert etmemiş görünüyor.

Eskiden evimize gelip giden komşu hanımlar gibi başındaki sabitlenmemiş eşarbını sık sık çözüp bağlıyor. Ben de böylece çocukluğuma geri dönüyorum. İki satır dolu dolu laflayan, çokbilmişlik taslamayan, merakı çocuk kalmış, gözleri ışık saçan, çoğunun dertleri dağlardan büyükken en küçük güzelliğe sevinebilen o kadınları çok özlediğimi fark ediyorum. Banktaki hanım ablanın elindeki cüzdan çanta arası eşyası da o zamandan kalma. Yükü az, yalın hayatlardan kalma bir hatıra. Kuş gibi gülümseyişi. Külfetsiz ve gölgesiz… tıpkı kalbi gibi. Hayata ümmi bir iştirakle karışıyor. Ahkâm kesmiyor, kurcalamıyor, gördüğünden ötesini merak etmiyor, kinayesiz, dolaysız konuşuyor ve net sorular soruyor. Sorduğu her şeyi sormasınız istediğinizi bilirmiş gibi soruyor. Bilmek istersen ne hatıralarım var, dercesine bitiyor cümlelerini. Ferah, buğusuz, şeffaf bir dil onunki…

Otobüs geliyor.

Biniyoruz.

İsmini soruyorum, söylüyor.

İsmimi soruyor, söylüyorum.

“Ha bir de ikizlerimiz var. Henüz kuvözde. Dua et lüften. Olur mu?” diyor.

“Elbette.” deyip kalbî dualar gönderiyorum.

İniyor.

El sallıyorum.

El sallıyor.

Geçmişten gelip gönlüme konan hatıraları, günüme şifa oluyor.

Bir selam, selamdan çoğalan sohbet ve sonunda muhabbet…

Allah için verilmiş bir selam yetiyor kaynaşmaya.

Birbirimizin akranı, komşusu, sırdaşı olmadan da oluyor. Bir selamla yıllarca sürüp gitse tadını alamayacağınız bir bağ kuruyorsunuz. Ve biliyorsunuz, bu yalnızca bir selamla mümkün oluyor.

Ama yetmediği, fazlası da olsa yetmeyeceği zamanlar da oluyor.

Selamla geliyor sözün bereketi, ondan tecelli eden hikmeti ve Allah'ın rahmeti.

***

Künye: Selam, Arapça kökenli bir kelime. Bir kimseyle karşılaşıldığında, yanına gidildiğinde veya yanından uzaklaşıldığında; kendisine söz ve işaretle bir nezaket gösterme, esenleme, merhaba anlamlarına geliyor. (TDK Türkçe Sözlük)