02 Ağustos 2022

Selçuklu Çağından İktisat Zihniyetimizi Düşünürken

Şehrimiz hayat tarzımızdır. Tarzımız ise medeniyetimiz. Medeniyetin toplu-devlet-şehir üçlemesindeki hududları içerisinde hayat tarzımıza şehrin ve hayatın temel meselelerinden olan iktisat konusundan baktığımızda işleyen bir üretim, al-ver sistemi ötesinde ve ona kuralları ve zihniyetini veren nasılını ortaya koyan bir kültürün, anlayışın, görüşün olduğunu görürüz. İşte bir medeniyet çevresinin teknik sınırlarının ötesinde ki bu onun beynelmilel karakterini çizer kültürel olarak içeriğini kazandıran bir kültür arka planı, ilkeleri, ölçüleri, değer yargıları ve bunlara kaynaklık eden muhtelif malzeme ve unsurların yer aldığını görürüz. Medeniyet merkezli tarih okuması olarak bahsettiğimiz mesele de tam burada şehri şehrin içinde iktisat ve insan bahsi olarak karşımıza çıkar. Bu yazıda, Selçuklu devri müelliflerinin zihin dünyasından, şehrin içinde, iktisat ve ticarete bakış açılarını aksettirdiğini düşündüğümüz ve onların zihniyetini var eden kaynakları tespit edebildiğimiz bazı eserler üzerinden meseleyi değerlendirmeye çalışacağız.

 

Medeniyet çerçevesi fabrikada üretilip yahut taklit edilip hayata dönüşmediği için zihniyetini ve kaynaklarını anlamadığımız hiçbir medeniyet ve kültür çevresi içine doğmuş bile olsak anlaşılabilir değildir, en azından intikalinden sorunlar yaşanacağı bugünkü halde gördüğümüz üzere hayli sorunlar taşır.

 

Selçuklu devri son zamanlarda hayli ilgi ve dikkat çekiyor. Gerçekler ve hamasetler aynı uçurmanın kuyruğunda uçmaya devam ediyor. Ekonomi meselesi hayatın olağan gidişinde insanlıkla yaşıt olması hasebiyle Selçuklu çağında da kendi dinamikleri ile cari idi. Selçukluların Rum ilini Türkiye yapan büyük medeniyet ve kültür hamlesinde şüphesiz ekonominin doğru ve güçlü işletmesinin büyük katkısı vardır. Lakin onlar için medeniyet merkezde ekonomi ise vasıta idi. Modern zamanda ise her şey ekonomi için bir araca ve nesneye dönüştürüleli beri medeniyet ve değer kaynakları hayat ve insan için kullanışlı birer manüplasyon vesilesi ve egzotik birer eski zaman fantezisi olmaktan başka bir mana ifade edemez oldu. Din bu çerçevede Orta çağlardaki kurucu etkisini modern zamanlarda bir fon müziği olmaya bırakınca evrensellik iddiasındaki değerler ile dinin kültüre kazandırdığı denge kurucu unsurlar arasında kalan zihinler kalbi Ali dili Muaviye söyler bir halde kaldılar. İşte bu yazıda bazı esasa ve zihniyete dair meseleleri hatırlatmak için, Selçuklu çağından Eflaki Dede ve Aksarayî gibi kaynaklardan edinilen bazı malumat çerçevesinde iktisat zihniyeti, bunun kaynakları ve doğrultusu merkezinde ekonominin kültür muhtevası olarak nasıl bir halet-i ruhiye talep ederek bir medeniyet çerçevesi kurmaya yöneldiği anlamak istiyoruz.  

   

İktisat zihniyetine dair ilk olarak devrin iktisadi faaliyete bakış açısını ortaya koymak doğru olacaktır. Ticaretin tözü diyebileceğimiz zihniyet meselesi ortaya konulmadan faaliyetlerin mantığını anlamak güç olacaktır. Ticarete yön veren akıl bilinirse ona dair olanları anlamak da kolay olacaktır. Mevlâna hazretleri  “Hz. Muhammed (s.a.v.)’ in kendi el emeği ve alın teri ile kazandığını ye! Hadisini işitmedin mi?  İşitmedin mi ki, Süleyman peygambere sık sık cennet yemekleri getirirlerdi. O da bu yemekleri yer, bunlardan lezzet alırdı. Bir gün Cebrail-i Emin, Süleyman (a.s.)’a cennetten tayınını getirdiklerinde orada bulunuyordu. Süleyman (a.s.), bu yemekleri tam bir iştaha ile yiyordu. Bir melek, diğer bir meleğe; “Süleyman, bu cennet yemeğini sanki eziyet çekerek kazanmış gibi öyle bir istek ve iştah ile yiyor ki (sorma) Allah Peygamberi’nin haraç (tabl) yememesi gerekir”, diyordu. Süleyman (a.s.) Cebrail’den; “Ne diyorlar diye sordu. Cebrail; “Ne dediklerini işitiyorsun”, dedi. Süleyman (a.s.) “yani el emeği ile kazanılan yemek cennet yemeklerinden daha lezzetli ve iyidir mi diyorlar” dedi. Cebrail; “Evet” diye cevap verdi. Ondan sonra Süleyman (a.s.) tövbe edip, zembil örmeye ve onun kazancıyla geçimini sağlamaya başladı (Eflâkî I 1986: 214), misaliyle etrafındakileri helal kazanca teşvik ediyordu. Gökten önüne sofra bile inse mevcut zihniyet üretimi ve el emeğini öne alıyor. Emeksiz yenen yemeğe Allah’ın gönderdiği bir sofrada melekler eleştirel bakıyor. Bu bakımdan İktisat zihniyeti açısından Orta zamanlarda öncelenen temel meselenin helal ve hak edilen olduğunu söylemek yanlış olmayacaktır. Bir peygamber için bu söz konusu ise kimse için istisna olamayacaktır. Müslümanlar açısından hiçbir metafizik mana asalak bir yaklaşımı olumlamayı gerektirmez. Burada Eflakî Dede’nin bu aktarımından bu zihniyet esasını aşikâr görüyoruz.  Bahsedilen bu esası temellendirmek notasında dinin temel rüknü olan Hz peygamber’e dayanılır. Mevlânâ, dostlarını ticaret, yazı yazma (hattatlık) veya herhangi bir el emeği ve alın teri ile geçinmelerini sağlamak için Hz. Peygamber’in, “Gücün yettikçe istemekten sakın” sözünü yerini getirmeye teşvik etmiş ve buna uymayıp el açanlardan yevm-i kıyamette yüz çevireceğini buyurmuştu (Eflâkî I 1986: 213). O, helal para kazanmakla meşgul ol ve kanaat et (Eflâkî I 1986: 154), helal lokmanın senin canında şevki, zevki arttıran ve seni öteki âlemlere teşvik eden, peygamberlerin ve velilerin yoluna götüren lokma olduğunu bil (Eflâkî I 1986: 181), Kur’an-ı Mecid’de “Eğer şükrederseniz nimetinizi arttırırım” (K. 17/7) ayetini okumadın mı? Yani, her türlü kusurdan arı duru olan Allah şükredenlerin şükrüne fazlasıyla vaatte bulunmuştur”, “Şükür nimeti avlamak için bir araç, elde bulunan nimeti korumak için de bir bağdır” sözüyle (Eflâkî I 1986: 167) etrafındakileri çalışmaya, kazanmaya ancak muhteris olmamaya, elindekilerle iktifa ve şükrü tavsiye ile bunların mevcut nimeti arttıran birer araç olduğunu ifade etmiştir. Görüleceği üzere zihniyet ve kültür üretmeyi ve emeği esas alırken dinin temel kaynaklarını kaynak tutarak dünya görüşü ve zihniyetini ortaya koymaktadır.  Aksarayî’nin “Ömrü servet arkasında koşmakla telef edersin, bin bir hile ile hazine biriktirirsin; hâlbuki sen o hazinenin başında sahraya yağan karlar gibisin, birkaç gün oturur, sonra erir gidersin” sözüyle (Aksarayî 1943: 235) yukarıdaki mülahazaları destekler. İnsanın nurunu ve olgunluğunu arttıran bir lokma helal kazanılmış lokmadır. Eğer bir lokmanın içinde hile ve kıskançlık görürsen ve ondan cehalet ve gaflet doğarsa, aşk ve tatlılık helâl lokmadan doğar. Lokma bir tohumdur, meyvesi düşüncelerdir. Lokma bir denizdir, cevheri düşüncelerdir. Helâl lokma ruhta, ibadet meyli ve öteki dünyaya gitmek kararı doğurur. Lokmayı yiyebildiğin kadar ye, fakat kendini dünya işlerine harcamamaya dikkat et ve mutlaka hikmet yoluna, peygamberlerin ve velilerin sözlerini dinlemeye harca, yoksa lokma seni yer” (Eflâkî I 1986: 154) sözüyle adeta ilahi bir şifrenin mesajlarını ruhlara fısıldarken, günümüz insanına da ciddi uyarılarda bulunur. “Dünya varlıklarını birer toprak parçası farz et, kimseyle var olmayan servet toprağa da beraber girmiyor. Bugün dallarını yükseklerde gördüğün ağaçlar, sudan meydana gelmiş, toprağa karışacaktır.” (Aksarayî 1943: 227)  “Sonra muhakkak ki bu dünya aldanılacak bir yer, geçilecek muvakkat ikametgâhtır; saadetleri kısırlıklarıyla mukadderdir; sarayları yıkılmaya mahkûm, rüzgârları öldürücüdür; tatlıları zehirle doludur, orada oturan şüphesiz gidici ve günleri geçicidir. İkbali gidici bir misafir ve yaz bulutu gibidir veya ziyareti geçici bir tayftır, yiyecekleri acıdır; tatlı gösterdiği nimetleri zail olucu, şerbetleri gamlı, tatlıları zehirle yoğrulmuştur” (Turan 1964: 140) mülahazalarıyla insanlara bir denge nizamı sunmakta, aç olan ve bir avuç topraktan başka bir şeyle kanaat etmeyen insan gözünü, hayatın hakikatlerine dikkatleri çekerek tenbihe çalışmaktadır. Bu gayreti “Bir Ârif bir zenginden; “Malı mı yoksa günahı mı seviyorsun?” diye sordu; Zengin de “Malı seviyorum” dedi. Bunun üzerine Ârif; ”Doğru söylemiyorsun, belki günah ve vebali daha çok seviyorsun. Çünkü malı bırakıp, vebal ve günahı ölürken birlikte götürdüğünü ve Allah’ın yanında kınanacağını görmüyor musun? Eğer ersen, malı günahsız olarak birlikte götürmeye çalış. Eğer malı seviyorsan, onu kendinden önce Allah’ın yanına gönderirsin, o mal Allah’ın huzurunda senin için iyi işler yapar, çünkü “Nefsiniz için önce gönderdiğiniz her hayrı, Allah’ın yanında bulursunuz” (K.73/20) (Eflâkî I 1986: 147) misalini vererek pekiştirmekte ve bu malın nasıl infak edileceği konusunda ipuçları vermektedir. Ki “Allah sana iki şey verdi. Biri servet öteki kılıç (kuvvet); servetle iyilik tohumu ekilebilir, kılıç ile de halk arasındaki düzensizlikler kaldırılabilir (Aksarayî 1943: 180) mülahazasıyla bu desteklenir.

 

Din kültürümüzün çok temel belirleyicilerinden olan bir esasıdır. Kültüre neliğini veren en önemli kaynaklardandır. İfade etmeye çalıştığımız bu misallerin hepsi, görüleceği üzere, İslâm’ın temel iktisat, mal, tüccar ve muamele naslarıyla mutabık, kaynaşan hususiyetler arz etmektedir. Bu ölçülerin ele alınan dönemde de iktisat felsefesinin esaslarını oluşturduğunu söylemek yanlış olamayacaktır. Ticari faaliyet işin kendi mantığı ve beynelmilel kurallarıyla işlerken tüccar dediğimiz özne kendi kültür çevresinde şekillenerek en azından burada gösterilen ölçülere göre şahsiyetleniyor yahut bu konuda olumlu/olumsuz bir değerlendirmeye tabi tutuluyordu. Ticari faaliyet söz konusu olduğunda bu unsurun kavram karşılığı tacirlerdir. Bu manada esnaf” toplulukları ve tacirler şehir iktisadının en ehemmiyetli köşesi, hatta daha ileri giderek o iktisadın ta kendisidir. (Ülgener 1961: 33–34)

 

                        Bir toplum ve devlet kendi şehrinde İbn Haldun’un isabetle gösterdiği gibi temel bazı medeni unsurları kurar ki bunların en temellerinden birisi iktisada ait olanlardır. Hayatın doğal akışı içerisinden ekonomi bir gerçeklik olarak insanların dünyasında yer alır. Lakin bunun varlığı genel geçer bir sürekli iktisat zihniyetini söz konusu kılmaz. Her kültür kendi medeniyet çevresinde hayat tarzının yani medeniyetinin nasılını belirler. Selçuklular devrine dair bu zihniyet değerlendirmesi modern telakkilerimizin hatta koyu renk mütedeyyin olanlar için bile içe doğru tatbiki dile kolay ama eylemeye hayli meşakkatli bir çerçeveyi gösteriyor. Zira hayatı yönetenler ile aidiyetimizin esasları arafında bir üçüncü yol terkibi yahut sentezi bulaşamamış mahşer şaşkınları için bunu aşmak hayli zor görünüyor. Medeniyetimiz diye bir şey varsa buralarda biraz durup düşünmek gerekiyor.

 

Vesselam