15 Ekim 2020

Şeyh Efendinin Politik Sırrı (13)

BOZUK SAATLER ÜLKESİ

Evvel zaman içinde Hindistan taraflarında, Agra ve Delhi vilayetlerinde Ekber Şah'ın torunlarından bir Sultan iktidar sürerdi. Bu Müslüman ülkenin sultanları ve devlet yöneticileri yaklaşık  yüz yıldır Müslümanlığa değer vermez olmuşlardı. İslami kural  ve gelenekleri saray adetlerinden ve devlet yönetiminden  çıkartmışlar bir çok bakımdan Frenkler gibi yaşamaya başlamışlardı.

İmamı Rabbani'nin torunlarından bir piri fani Şeyh Efendi de o günlerde Delhi'de tebliğ ve irşad faaliyetleriyle meşgul idi. Şeyh Efendi sultanlıktaki bu frenkleşmeyi görüyor, gelişmelerden son derece rahatsız olmasına rağmen susmayı tercih ediyor, kendisine bu konular sorulduğunda ise “Yeryüzünün bir sahibi var, bilmez misiniz?” şeklinde kısa bir cevap vererek konuyu  kapatıyordu.

Sultanın ve devlet yöneticilerinin şatafatlı bir ziyafet  verip gönüllerince eğlendikleri bir gece, herkes tam neşesinin zirvesinde iken yeryüzü bir depremle aniden sarsıldı.  Sarsıntı öyle bir tesirli  oldu ki Sultanın Sarayı başta olmak üzere  bütün başşehir birkaç  dakika içinde görenlerin tanıyamayacağı bir harabeye dönüştü. Bu büyük depremin ardından Sultan da tahtı ile birlikte Sarayının altında kalmıştı.

Herkesin ne yapacağını şaşırdığı, sarayda bir büyük yönetim boşluğu olduğu o fetret günlerinde komşu devletlerden biri de Sultanın topraklarına işgal için girivermişti.

Sarayda taht kavgası sürerken ölen Sultanın komutanlarından biri yönetime el koymuş ve kendini Şah olarak ilan etmişti. İlk iş olarak da işgalci komşuya karşı bir karşı taarruz başlatmış ve işgalcileri ülkesinden çıkarmıştı.

Sultanın yerine geçen komutan kendine ‘Halaskar Şah' unvanını vermiş ve Ekber Şah'ın ilke ve inkılaplarıyla ülkeyi yeniden mamur edeceğini ilan etmişti.

Böylece torunlarından sonra Hindistan topraklarında yeni bir Ekber Şah dönemi başlamıştı.

Halaskar Şah, önce depremin enkaz ve  tesirlerini ortadan kaldırmak için uğraşmış, hemen ardından Ekber Şah'ın izinden giderek Onun inkılaplarını ülkede uygulamaya koyulmuştu.

(Ekber Şah, İslâmiyet, Hıristiyanlık, Zerdüştîlik, Hinduizm, Budizm gibi çeşitli din ve inanç sistemlerinin meziyet olarak kabul ettiği prensiplerini birleştirerek Dîn-i İlâhî adıyla yeni bir din kurmuştu. İslâmiyet, Hıristiyanlık ve Hinduizm'in ağırlık taşıdığı Dîn-i İlâhî, Ekber Şah'ın şahsında merkezîleşen bir kült olarak gelişmiş ve dine katılacak kişiler dahi hükümdarın kendisi tarafından seçilmişti. Dîn-i İlâhî'nin, taraftarlarının “Allahüekber” sözünü “Ekber tanrıdır” anlamına gelecek şekilde kullanmaları İslâm âlimleri ve Müslümanlar tarafından nefretle tenkit edildi.

Dönem alimlerinden Ebü'l-Fazl, sultanın bazı akıl ve mantık dışı veya çocukça denilebilecek hareketlerine Allah'a yakınlık ve ibadet vasfını veriyor, kaside ve methiyelerinde onu dünyaya ilâhî bir vazifenin ifasına gelmiş bir hükümdar olarak övüyordu.

Ekber Şah 9 Mayıs 1579 günü düzenlenen mevlid merasimi münasebetiyle Fetihpûr Ulucamii'nde minbere çıkarak Feyzî-i Hindî tarafından kaleme alınan ve kendisini ilâhî mertebeye yücelten manzum bir hutbe okudu. 1582 yılında Ekber Şah, bütün eyalet valilerinin önünde Dîn-i İlâhî'yi kurduğunu resmen ilân etti. Ekber Şah 3 Ekim 1605'te şiddetli bir dizanteriye yakalandı, ardından da dili tutuldu)  (Konukçu,1994:543)

Ekber Şah'ın izinden giden Halaskar Şah, önce bir büyük ferman yayınladı ve bundan sonra ülkede bu ferman üzere yaşanacağını söyledi. Ülkenin müslüman halkı Halaskar Şah'ın yaptıklarına bir hayli şaşırmışlardı. Ancak depremin ardından ülkeyi kurtaran bir komutan olduğu için herkes bir yandan olacakları bekliyor bir yandan da kaderine kanaat ediyordu.

İnkılaplar dağdan selin gelmesi gibi gelmeye devam etti. Ardından Halaskar Şah, Müslümanlara Müslüman kıyafetini yasakladı ve frenk kıyafetleri  giymeyi şart koştu. Camileri, dergahları ve medreseleri kapattı, ezanı ve namazı yasakladı. Ülke halkı ne olduğunu anlamaya çalışırken bu kez  ülkenin dilini ve parasını değiştirdi.

İnkılaplar başlayınca; Şeyh Efendi, Agra şehri yakınlarındaki bir dağın eteğindeki evinde uzlete çekilmişti. Dervişleriyle fırsat buldukça haberleşiyor, onlara yaşananlara karşı sabır  ve sebat tavsiye ediyordu. Ülkede inkılapların ardından dergahlar yasaklandığından dolayı dervişler toplantı ve  buluşmalarını gizli gizli yapıyorlar, Kur'an-ı Kerim ve diğer dini ilimleri de gizlice öğreniyorlardı. Zaman zaman Şah'ın askerlerine yakalanıyorlar dayak ve hapishane gibi çeşitli eziyetlere katlanıyorlardı.

* * * * *

Halaskar Şah'ın ülkede yönetime el koymasının ardından garip bir şey olmuştu. Ülkedeki bütün saatler sanki bir büyük deprem olmuş gibi sabah yediye kilitlenmişti. İşin tuhaf yanı Halaskar Şah ve şahın yardakçıları ülkedeki bu zamanın donmuşluğu hadisesini görmüyorlardı. Aksini görüp söyleyenler ise feci bir şekilde cezalandırıldığından artık kimse  saatlerin bozuk olduğundan bahsetmeye cesaret edemiyordu.

Ülkede sadece Şeyh Efendi ve dervişlerinin saati işliyor ve zamanı göstermeye devam ediyordu. Şeyh Efendi  “Kimin  gönül saati işlemeye devam ederse, onun evindeki  ve kolundaki saat işlemeye devam eder” diyordu. Ülkedeki bozuk aaatlerin de bir garip hali vardı. Yanında namaz kılınan saatler sanki bit tamirci  eli değmiş  gibi tekrar çalışmaya başlıyor ve gerçek zamanı göstermeye başlıyordu.

* * * * *

Artık aradan tam 10 yıl geçmişti. Ülkedeki zulümler katmerleşmiş ve dayanılmaz bir hale gelmişti. Nice şeyh efendiler ve alimler ‘İnkılaplara karşı çıkıyor' denilerek sorgusuz sualsiz idam edilmişlerdi.

Bir adamın iki çocuğu asker kaçaklığından yargılanmış, Mahkeme adama, ‘Oğullarından birini idam edeceğiz, birini de askere göndereceğiz. Hangisini asalım, seç' demiş kendisine bu soru sorulan baba oracıkta düşüp bayılmıştı.

Bir Cuma günü 40 bini aşkın insan Akra şehrinde bir büyük  nümayişte bulunmuştu. “Bu arada çok dramatik bir hãdise cereyan etmiş, kargaşa sırasında bir asker kurşunuyla ölen oğlunu kucağına alıp komutanın önüne koyan baba ‘İşte size bir kurban! Başkalarını da vermeye hazırız. Yeter ki bu adamlardan kurtulalım' diyerek feryat etmişti”

O günlerden bir gece, ülkedeki  bazı Şeyh Efendiler olanları müşavere etmek için kendi aralarında gizlice bir araya geldiler. Meclisteki Şeyh Efendilerin bir kısmı “Bırak bozuk saatler yalan yanlış işlesin” dediler.

Meclisteki Şeyh Efendilerin çoğu “Bir süre başımızdaki zalimlerin kahrolması  için  ‘kahhariye' okuyalım. Bu yönetimden böylece kurtulalım” dediler.

Şeyh Efendinin biri  “Ben bu toplantıyı haber alınca  bu gece bir istihare yaptım. İstihare yaptığım  rüyamda gördüm ki ‘bu ülke bu kişilere verilmiş.' O yüzden kahhhariye okumamız da bu yönetime karşı çıkmamız da doğru değil” dedi.

Şeyh Efendi konuşmaların sonunda söz alıp “Bir söz vardır: Her şey inceldiği yerden, zulüm ise kalınlaştığı yerden kopar” denilir. Bu zulüm koparılacak kadar artık kalınlaşmıştır” Bir Hadisi Şerif'te de “Allah ile mazlum arasında perde yoktur, velev ki kafir bile olsa” buyurulmaktadır demiş ve şöyle devam etmişti.

‘Şeyh Efendi'nin Rüyasındaki Ülke'ye gelince; “Bu rüya doğru, ancak yorumu yanlıştır. Siz mevcut vakıayı rüyanızda görmüşsünüz. Rüyanızda bu ülkenin zalimlere verildiğini görmeniz mevcut durumu ifade ediyor. Bu rüyadan mevcut duruma ve zulme katlanın yorumu çıkmaz. Bu rüyadan  bu zulme seyirci kalın yorumu da çıkmaz. Biz kendi üzerimize düşeni ve kendi görevimizi yapmamız lazım” dedi.

* * * * *

Bir bahar günü Şeyh Efendi “Yarın gece meydandaki Saat Kulesi'nin önünde gece namazı kılacağız.40 derviş benimle namaz kılmak üzere yarın gece  oraya  gelsin”  şeklinde bir haber gönderdi.

Bahar meltemli ve dolunaylı bir  gecenin heybetli sessizliğinde, beyaz cübbeli ve siyah sarıklı 40 derviş, mahşer yerinde toplanan ruhlar gibi süzülerek Saat Kulesi Meydanına geldiler. Şeyh Efendi hepsinden önce gelmiş ve seccadesini  saat kulesine doğru Süleyman Paşa'nın seccadesini deryaya salması gibi salmıştı.40.derviş de meydana gelince, Şeyh Efendi seccadesinden yavaşça doğruldu. Geriye bakıp  dergahın müezzinini gözleriyle bulunca “Kendi duyacağımız kadar bir sesle ezan okunsun” dedi.

Ne var ki meydan civarındaki  nöbetçi askerler bu garip kalabalığı görmüş ve kuşatmak üzere yavaş yavaş vaziyet almaya başlamışlardı. Şimdi bir tabur asker gecenin karanlığında beyaz cübbeli siyah sarıklı bu esrarengiz kişilerin ne yapmak istediğini anlamaya çalışıyorlardı.

Ezan bitince Şeyh Efendi ezan duasını okuyup bütün ruhaniyetiyle kıbleye doğru döndü ve tekbir getirdi: Allahu ekber!

Şeyh Efendi “Allahu ekber!” deyince sanki yeryüzüne ve meydana bir yıldırım düşmüş gibi büyük bir çatırtı ile 10 yıldır donmuş kalmış meydan saatinin akrebi çalışmaya başladı. Şeyh Efendi  rukua gitmek üzere yeniden “Allahu ekber!” deyince bir büyük gürültüyle bu kez saatin yelkovanı çalışmaya başladı.

Dervişleri kuşatmış askerler dehşete kapılmış, olanları idrak etmeye çalışırken Şeyh Efendi ve dervişleri ikinci rekata kalkmışlardı. İşte bu anda  önce başşehirdeki bozuk saatler başta olmak üzere ülkedeki bütün bozuk saatler de tek tek çalışmaya başlamışlardı.

Dervişleri kuşatmış askerler mevziden çıktıklarında meydandaki esrarengiz varlıkların ortada olmadığına hayretle şahit oldular. Başta komutan olmak üzere “Acaba biz hepimiz birden bir rüya mı  gördük?” diye kendi aralarında söylendiler.

O geceden sonra meydandaki saat de ülkedeki bozuk saatler de yeniden çalışmaya başladı.

Bozuk saatler düzelince, sanki bir kara büyü ortadan kalıkmış gibi, önce ülkedeki insanlar sonra  da ülkedeki bozuk yönetim yüzyıllar önceki huzurlu ve mutlu günlerine dönüş yaptı.