16 Aralık 2020

Şeyh Efendinin Politik Sırrı (16)

SİMALAR ORTAYA SAÇILDIĞINDA (1)

Osmanlı Devleti’nin Duraklama Dönemi özellikle Balkan Topraklarında çok sayıda  yenilgilerin alındığı yıllardı. Dönemin Sultanı ordunun ve devletin bu haline çok üzülüyor bunun sebeplerini bulmaya çalışıyor, değer verdiği ulu kişilere görüş sorarak bu kısır döngünün içinden çıkmaya uğraşıyordu.

Padişah yine bu kederli anlarından birinde Saray Şeyhine ordunun ve devletin halinden yakınarak bir çıkış yolu sordu. Çünkü serhadlerden her gün yeni bir bozgun haberi gelmeye devam ediyordu.

Saraydaki dergahın şeyhi düşündü taşındı ve Padişaha  bu zamana   kadar duyduklarından farklı bir cevap  verdi. Şeyh Efendi  tane tane konuşarak Padişaha “Sultanım, bu sorunun cevabı, ‘bağda değil, dağdadır.’ dedi.

Padişah, “Ne demek istersiniz?” Diye hafiften kaş çatınca Şeyh Efendi “Bu sorunun cevabı, sarayda beslenen ya da saraydan beslenen kişilerde olmayabilir. Bu soruyu  dağda  beslenen, dağdan beslenen insanlara sormak lazım” dedi.

Padişah biraz da şaşırarak “Neden Saraydan bu sorunun cevabı çıkmaz?” dedi.

Şeyh Efendi derin bir nefes alarak Sultan’a bu kez şu cevabı verdi: Bir çok sebepten çıkmaz sultanım. Çünkü saraydaki bunca konfora sahip devletlüler, bilseler dahi ‘Aman rahatımız bozulmasın’ diye hakikati size söylemek istemezler. Ayrıca bir başka husus da şudur: Bir yönüyle bu sorunun cevabı bir ilahi sırdır. Bu ilahi sırrı bizim gibi Sarayda beslenen insanlar isteseler de çözemezler. Bazı sırlar, Sarayda bir eli yağda bir eli balda beslenen kişilerce değil  ancak dağdan kendi alnının teri  ve elinin emeği ile beslenen kişiler tarafından bilinebilir.

Bu cevap karşısında Padişah bir süre murakabeye daldı. Şeyh Efendinin söylediği hikmetleri zihninde mütalaa etti. Sonra tekrar sordu: Peki kimi bulup da kime soracağız derdimizi?

Şeyh Efendi sanki bir sır veriyormuş gibi ruhani bir sesle “Sultanım, Uludağ’ın eteklerinde dergahı olan, bazı mübarek zatlardan halini duyduğum şeriat ve istikamet üzere bir Şeyh Efendi var. Varalım bu soruyu ona soralım” dedi.

Padişahın yüzü büyük bir sevinçle aydınlandı. Sanki yıllardır  aradığı bir ilacı bulmuş  olmanın heyecanı ile “Siz gider bu soruyu ona sorar mısınız?” dedi. Şeyh Efendi bu teklife şaşırmamıştı. “Ferman Sultanımızındır” dedi.

Ertesi gün Saraydan bir heyet, yüklü hediyeler ile Uludağ’a doğru  yola çıktı. Saray Şeyhi Uludağ'ın eteklerindeki Dergaha varınca ilk olarak Şeyh Efendi’yi sordu. Dergahın hizmetlerine bakan Uzunca Derviş omuz silkerek “Şeyh Efendi dağa oduna gitti” dedi.

Saray Şeyhi “Ne yani Şeyh Efendi dağa oduna mı gidiyor?” dedi. Uzunca Derviş bu kez gülümseyerek “Efendi Hazretleri  “Bana haftada bir nöbet yazın. Ben de oduna gideyim. Dergahın hizmetlerine ben de katılmış olayım demişti” dedi.

İlk şaşkınlığın ardından Saray Şeyhi’nin gönlüne bir sevinç doldu. Kendi  kendine “Demek ki doğru adresteyiz” dedi.

Uzunca Derviş misafirlerini ayakta bekletmemek için  “Hele siz oturun dinlenin. O da neredeyse gelmek üzeredir” dedi.

Gerçekten de bir süre sonra Şeyh Efendi yanında bir kaç dervişi olduğu halde elinde baltası ve asasıyla eski zaman adamlarına benzer  bir heybetle dağın içerisinden süzülerek geldi.

Saray Şeyhi cevabını bildiği halde aynı soruyu Şeyh Hazretlerine de sordu: “Efendi Hazretleri Siz dağa oduna mı gidiyorsunuz? Dedi.

Şeyh Efendi gülümseyerek “Bu Peygamberimizin sünnetidir. Peygamber Efendimiz de kendi el emeği ile geçinirdi. Ben de dervişlere yük olmak istemiyorum” dedi.

Saray Şeyhi konuyu değiştirmek için Teşrifatçı başına “Saraydan Padişah Efendimiz tarafından gönderilen hediyeleri getirin” dedi.

Teşrifatçı başı daha arkasını dönmeden Şeyh Efendi “Hediye kabul etmekte sünnettir. Ancak bu hediyeleri buradaki dervişlere dağıtmak daha uygundur” dedi.

Sonra Uzunca Derviş'e  “Gelen hediyeleri ben aldım kabul ettim. Teşrifatçı başına yardımcı olun. Hediyeleri dervişlere dağıtın” dedi.

İki kişi odada yalnız kalınca Saray Şeyhi “Bu hediyeler, Padişahımızın özel olarak size göndermiş olduğu çok kıymetli hediyelerdi” dedi.

Şeyh Efendi hiç aldırmadan “Dervişlerimizin çoğu serhat boylarında yaralanmış gazilerdir. Onlar bu hediyelere bizden daha layıktır” dedi.

Saray Şeyhi’nin gönlüne tekrar bir sevinç doldu. Kendi  kendine  yine “Demek ki doğru adresteyiz” dedi.

Daha sonra doğrudan konuya girdi. Padişahın selam ve hürmetlerini ilettikten sonra padişahın zihnini ve gönlünü  aylardır meşgul eden soruyu sordu. Saray Şeyhi ‘Şimdi  bu soruya hikmetli bir cevap alacağım, bu hikmetli cevabı padişaha götüreceğim ve bu görev de böylece bitmiş olacak’ diye düşünürken hiç ummadığı bir cevapla karşılaştı.

Şeyh Efendi, Saray Şeyhinin meraklı bakışları eşliğinde izaha başladı. “Kur’anı Kerim’de  Araf Suresinde bir anlatım vardır. Allahu Teala Tur Dağı’nda Hazreti Musa’ya “Senin kavmin yoldan saptı” dediği halde Hazreti Musa bundan çok etkilenmemişti de kavminin yanına dönüp kavminin halini görünce öfkeye kapılıp kardeşi Hazreti Harun’un yakasına sarılmıştı. (Araf 7/150)  Bu ayeti kerimelerde bir insanın bir şeyi duyması ile  görmesi arasındaki  farka işaret vardır.

Saray Şeyhi  nefesini tutmuş ‘Ne cevap çıkacak?’ diye beklerken Şeyh Efendi bir sır verir gibi usulca fısıldadı: “Sultana bu sorunun cevabını göstermem için benim  Saraya bizzat gelmem lazım.”

Saray Şeyhi “Aman Efendi Hazretleri  size zahmet olmaz mı? dedi.

Şeyh Efendi kısaca cevapladı: Olmaz! Ümmeti Muhammed’e olan borcumuzdur.

Saray Şeyhi  “O zaman ne vakit gelmek  isterseniz, bize  bildirin. Sizin için atlar ve arabalar gönderelim” dedi.

Şeyh Efendi derinlemesine bakan gözlerini Saray Şeyhinin gözleriyle buluşturarak “Hayır, buna gerek yoktur. Biz  kendimiz geliriz. Nasıl ki  saraydan beslenenlerden hakikat çıkmazsa  sarayın arabasına binenden de   bu sorunun cevabı çıkmaz” dedi.

(Devam edecek)