Şeyh Efendinin Politik Sırrı (16)
SİMALAR ORTAYA SAÇILDIĞINDA (1)
Osmanlı Devleti’nin Duraklama
Dönemi özellikle Balkan Topraklarında çok sayıda yenilgilerin alındığı yıllardı. Dönemin
Sultanı ordunun ve devletin bu haline çok üzülüyor bunun sebeplerini bulmaya
çalışıyor, değer verdiği ulu kişilere görüş sorarak bu kısır döngünün içinden
çıkmaya uğraşıyordu.
Padişah yine bu kederli anlarından
birinde Saray Şeyhine ordunun ve devletin halinden yakınarak bir çıkış yolu
sordu. Çünkü serhadlerden her gün yeni bir bozgun haberi gelmeye devam
ediyordu.
Saraydaki dergahın şeyhi düşündü
taşındı ve Padişaha bu zamana kadar duyduklarından farklı bir cevap verdi. Şeyh Efendi tane tane konuşarak Padişaha “Sultanım, bu
sorunun cevabı, ‘bağda değil, dağdadır.’ dedi.
Padişah, “Ne demek istersiniz?”
Diye hafiften kaş çatınca Şeyh Efendi “Bu sorunun cevabı, sarayda beslenen ya
da saraydan beslenen kişilerde olmayabilir. Bu soruyu dağda
beslenen, dağdan beslenen insanlara sormak lazım” dedi.
Padişah biraz da şaşırarak “Neden
Saraydan bu sorunun cevabı çıkmaz?” dedi.
Şeyh Efendi derin bir nefes alarak
Sultan’a bu kez şu cevabı verdi: Bir çok sebepten çıkmaz sultanım. Çünkü
saraydaki bunca konfora sahip devletlüler, bilseler dahi ‘Aman rahatımız
bozulmasın’ diye hakikati size söylemek istemezler. Ayrıca bir başka husus da
şudur: Bir yönüyle bu sorunun cevabı bir ilahi sırdır. Bu ilahi sırrı bizim
gibi Sarayda beslenen insanlar isteseler de çözemezler. Bazı sırlar, Sarayda
bir eli yağda bir eli balda beslenen kişilerce değil ancak dağdan kendi alnının teri ve elinin emeği ile beslenen kişiler
tarafından bilinebilir.
Bu cevap karşısında Padişah bir
süre murakabeye daldı. Şeyh Efendinin söylediği hikmetleri zihninde mütalaa
etti. Sonra tekrar sordu: Peki kimi bulup da kime soracağız derdimizi?
Şeyh Efendi sanki bir sır
veriyormuş gibi ruhani bir sesle “Sultanım, Uludağ’ın eteklerinde dergahı olan,
bazı mübarek zatlardan halini duyduğum şeriat ve istikamet üzere bir Şeyh
Efendi var. Varalım bu soruyu ona soralım” dedi.
Padişahın yüzü büyük bir sevinçle
aydınlandı. Sanki yıllardır aradığı bir
ilacı bulmuş olmanın heyecanı ile “Siz
gider bu soruyu ona sorar mısınız?” dedi. Şeyh Efendi bu teklife şaşırmamıştı.
“Ferman Sultanımızındır” dedi.
Ertesi gün Saraydan bir heyet,
yüklü hediyeler ile Uludağ’a doğru yola
çıktı. Saray Şeyhi Uludağ'ın eteklerindeki Dergaha varınca ilk olarak Şeyh
Efendi’yi sordu. Dergahın hizmetlerine bakan Uzunca Derviş omuz silkerek “Şeyh
Efendi dağa oduna gitti” dedi.
Saray Şeyhi “Ne yani Şeyh Efendi
dağa oduna mı gidiyor?” dedi. Uzunca Derviş bu kez gülümseyerek “Efendi
Hazretleri “Bana haftada bir nöbet
yazın. Ben de oduna gideyim. Dergahın hizmetlerine ben de katılmış olayım
demişti” dedi.
İlk şaşkınlığın ardından Saray
Şeyhi’nin gönlüne bir sevinç doldu. Kendi
kendine “Demek ki doğru adresteyiz” dedi.
Uzunca Derviş misafirlerini ayakta
bekletmemek için “Hele siz oturun
dinlenin. O da neredeyse gelmek üzeredir” dedi.
Gerçekten de bir süre sonra Şeyh
Efendi yanında bir kaç dervişi olduğu halde elinde baltası ve asasıyla eski
zaman adamlarına benzer bir heybetle
dağın içerisinden süzülerek geldi.
Saray Şeyhi cevabını bildiği halde
aynı soruyu Şeyh Hazretlerine de sordu: “Efendi Hazretleri Siz dağa oduna mı
gidiyorsunuz? Dedi.
Şeyh Efendi gülümseyerek “Bu
Peygamberimizin sünnetidir. Peygamber Efendimiz de kendi el emeği ile
geçinirdi. Ben de dervişlere yük olmak istemiyorum” dedi.
Saray Şeyhi konuyu değiştirmek için
Teşrifatçı başına “Saraydan Padişah Efendimiz tarafından gönderilen hediyeleri
getirin” dedi.
Teşrifatçı başı daha arkasını
dönmeden Şeyh Efendi “Hediye kabul etmekte sünnettir. Ancak bu hediyeleri
buradaki dervişlere dağıtmak daha uygundur” dedi.
Sonra Uzunca Derviş'e “Gelen hediyeleri ben aldım kabul ettim.
Teşrifatçı başına yardımcı olun. Hediyeleri dervişlere dağıtın” dedi.
İki kişi odada yalnız kalınca Saray
Şeyhi “Bu hediyeler, Padişahımızın özel olarak size göndermiş olduğu çok
kıymetli hediyelerdi” dedi.
Şeyh Efendi hiç aldırmadan
“Dervişlerimizin çoğu serhat boylarında yaralanmış gazilerdir. Onlar bu
hediyelere bizden daha layıktır” dedi.
Saray Şeyhi’nin gönlüne tekrar bir
sevinç doldu. Kendi kendine yine “Demek ki doğru adresteyiz” dedi.
Daha sonra doğrudan konuya girdi.
Padişahın selam ve hürmetlerini ilettikten sonra padişahın zihnini ve
gönlünü aylardır meşgul eden soruyu
sordu. Saray Şeyhi ‘Şimdi bu soruya
hikmetli bir cevap alacağım, bu hikmetli cevabı padişaha götüreceğim ve bu
görev de böylece bitmiş olacak’ diye düşünürken hiç ummadığı bir cevapla
karşılaştı.
Şeyh Efendi, Saray Şeyhinin meraklı
bakışları eşliğinde izaha başladı. “Kur’anı Kerim’de Araf Suresinde bir anlatım vardır. Allahu
Teala Tur Dağı’nda Hazreti Musa’ya “Senin kavmin yoldan saptı” dediği halde
Hazreti Musa bundan çok etkilenmemişti de kavminin yanına dönüp kavminin halini
görünce öfkeye kapılıp kardeşi Hazreti Harun’un yakasına sarılmıştı. (Araf
7/150) Bu ayeti kerimelerde bir insanın
bir şeyi duyması ile görmesi
arasındaki farka işaret vardır.
Saray Şeyhi nefesini tutmuş ‘Ne cevap çıkacak?’ diye
beklerken Şeyh Efendi bir sır verir gibi usulca fısıldadı: “Sultana bu sorunun
cevabını göstermem için benim Saraya
bizzat gelmem lazım.”
Saray Şeyhi “Aman Efendi
Hazretleri size zahmet olmaz mı? dedi.
Şeyh Efendi kısaca cevapladı:
Olmaz! Ümmeti Muhammed’e olan borcumuzdur.
Saray Şeyhi “O zaman ne vakit gelmek isterseniz, bize bildirin. Sizin için atlar ve arabalar
gönderelim” dedi.
Şeyh Efendi derinlemesine bakan
gözlerini Saray Şeyhinin gözleriyle buluşturarak “Hayır, buna gerek yoktur.
Biz kendimiz geliriz. Nasıl ki saraydan beslenenlerden hakikat çıkmazsa sarayın arabasına binenden de bu sorunun cevabı çıkmaz” dedi.
(Devam edecek)