16 Aralık 2016

Şiir, sitem ve ültimatom

Maçka'da canlı bombayla düzenlenen ikinci saldırı anını herkes gördü! İlk patlamadan kırk beş saniye sonra canlı bomba olduğu bilinen saldırganın etrafı farklı yönlerden ileri atılan altı polis ile çevrildi. İleri atılan altı polis üzerlerine gittikleri musibetin ne olduğunu biliyorlardı; ancak ateş etmediler, tereddüt etmediler, ayakları birbirine dolaşmadı ve hiç biri öne atılan diğer yoldaşını yalnız bırakmadı. Bombanın etrafını canları pahasına etten-kemikten bir bariyerle çevirdiler. Altı şehidin giderken o kısacık zamana sığdırıp söylediği şiiri, ettiği sitemi, verdiği ültimatomu gördünüz mü?

 

Şiirlerinde Allah ve millet aşkı, izzet ve cesaret, dava ve kardeşlik adına denilebilecek her ne varsa, geriye bir şey komadan ateşten mısralara döküp söylediler. Anlıyoruz ki bu çocuklar için polislik yapmak, çoktan maaş ve kariyer için yapılan bir iş olmaktan çıkmış, akıncıların deliliğine, serdengeçtiliğe rücû etmiş!

  Sitemlerini, üzerlerine gelen mutlak ölüme rağmen silahlarını kullanmayarak anıtlaştırdılar. Çünkü 2013'de, Türkiye'yi işgal ve ele geçirme teşebbüsünün ilk ayağı olarak  “gezi parkı eylemleriyle hükümete el koyma planı”  devreye sokulduğu zaman, ülkelerini ve hayatlarını savunan polisler, Berkin Elvan'ın ölümü üzerinden medya ve yargı linçine maruz bırakılmışlardı. Dünya'nın neresinde olursa olsun taş, sopa, demir bilyeler, havai fişekleri ve molotof kokteylleriyle saldırıya uğrayan polis doğrudan doğruya silahını kullanır ve kimse bundan dolayı güvenlik güçlerini suçlamayı aklından geçirmez. Zira adı geçen saldırı araçlarının ölüme yol açma, kalıcı şekilde sakat bırakma, cana ve mala verebileceği tahribat potansiyeli gayet açık. Ayrıca bu tahribatın kurbanı olma ihtimali sadece polise değil, bağnaz tarafgirliğin elinden toplumun diğer fertlerine de yönelir. Hiçbir kuralla kayıt altına alınmamış bu kör şiddeti durdurma, kamu nizamını ve güvenliğini tesis etmek için karşı şiddet kullanma, polislik kurumu için sadece bir hak değil, aynı zamanda var oluş sebepleri olan zorunlu görevleri. Her türlü şiddet, sonuçları itibariyle taraflar için riskler taşır. Ama bu risklerin vebalini ve mesuliyetini, kullanma hakkı olmadığı şiddeti gayrimeşru olarak başlatanlarla, onu eşdeğer yoğunluktaki karşı şiddetle kontrol altına almakla mükellef kolluk kuvvetleri arasında eşit şekilde bölüştüremeyiz. Ama hepimiz biliyoruz ki bizim ülkemizde yeteri kadar gürültü çıkartabilenler istediği  “abesi” kurallaştırabilir. Eylemler sırasında Doğan Grubu'nun Okmeydanı'nda gösteri yapan terör gruplarının taşıdıkları kalaşnikofları ve pompalı tüfekleri kortej güvenliğini sağlama gerekçesiyle haberleştirdiğini kaç kişi hatırlıyor. Sonra o katillerin sokakta öldürdüğü Burak Can'ı ve medyanın tek taraflı cinayeti iki grup arasında çıkan silahlı kavgada ölen diye haberleştirmesini Hastalıklı bir nefretle ve linç kastıyla emniyet güçlerine saldıran gruplara karşı kullanılan gaz kapsülünün, bir eylemcinin başına isabet ederek ölümüne sebebiyet vermesi nedeniyle polisler müebbet hapis talebiyle yargılanabiliyor. Öyleyse alın işte, bellerindeki silaha ellerini bile sürmeden canlı bombanın üstüne giden polisler! Mutlu musunuz diye sormayacağız bile! Sizin çocuklar daha biz sormadan, içinizdeki sevinci klavyelerinden taşırdılar.

 Terör örgütlerinin dölleyicileri yahut taşıyıcı anneleri olan devlet ve lôcalara verdikleri ültimatom da muhteşemdi! Onlara şöyle dediler: Sizin hipnozla, nöropsikiyatrik ilaçlarla, sistematik beyin yık(a)ma seanslarıyla “mayın eşeği” hâline getirdiğiniz, hiperahmak canlı bombalarınızın zaman ayarlı gözü karalığı, bizim gündelik adanmışlığımızla ve sıradan cesaretimizle rekabet edemez. Siz, o canı çok tatlı asker ve polislerinizle –  yani şu, sokaklarınızda yok ellerini direksiyondan indirdi, yok elini cebine soktu,  eyvah tornavida çekti diyerek, genç, çocuk, kadın demeden çekirdek çıtlar gibi insanların üzerine şarjör boşaltan ödleklerinizle- mi savaşacaksınız bizimle? Ya da ölümün üzerine bu kadar sakin, bu kadar kendiliğinden ve şehadet parmağıyla bir yeri işaret eder gibi gidenleri nasıl yıldıracak, neyle korkutacaksınız? Bizi şehit ettikçe mağlubiyetimizi imkânsızlaştırıyorsunuz. O yüzden Halep'in duvarlarında “geri geleceğiz” yazıyor.

 PTT ÜZERİNDEN HUKUK İFSADI

 Toplumsal hayatın nizamını bozan yanlışlıklarla, haksızlıklarla doğrudan ve dolaysız şekilde muhatap olmak gazeteciler için fark etmeyi keskinleştiren uyarıcı fırsatlar. Yaşadığım bir hadise sayesinde böyle müzminleşmiş bir garabetten haberdar oldum. Biliyorsunuz icra daireleri ve mahkemelerden gelen ihtar ve ihbarnameler PTT üzerinden dağıtılıyor. Size tebliğ edildiği tarihten itibaren 7 gün içinde itiraz etmezseniz isnat edilen her türlü borcu kabullenmiş sayılıyorsunuz. Posta dağıtıcısı sizi evinizde bulamıyorsa kapınıza ihbar notu yazıp belgeyi bağlı olduğunuz muhtarlığa bırakabiliyor ve tebliğ size yapılmış sayılıyor. Ama davalı taraflardan biri PTT çalışanı ya da yakınıysa personel arasında tesis edilen müptezel bir dayanışma ile evrak kasten tebliğ edilmiyor, özenle saklanıp/kaçırılarak muhtarlığa bırakılıyor. Üstelik size hiç gelmeyen ihbarname için “belgeyi imzalamaktan imtina ettiğiniz ve komşularınızla irtibat kurulmaya çalışıldığı ama başarılı olamadığı” şeklinde asılsız bir tutanak düzenleniyor. Böylece itiraz süresi geçirilerek dava mahkemeden çalınıyor, diğer taraf mahkeme olmadan linç ediliyor. PTT personeli içinde maalesef çok yaygın olduğunu öğrendiğimiz bu suiistimal için PTT ve yargı nasıl bir önlem alacak?