Sıradanlık sarmalı
Sıradanlaşma mı suskunluk sarmalından doğar suskunluk sarmalı mı sıradanlaşma eğiliminden?..
Elisabeth Noelle-Neumann’ın “suskunluk sarmalı” teorisini,
1974’te soğuk savaş döneminde geliştirdi. Sarmalın tanımında hem sosyal, hem
siyasi hem de duygusal sebepler olmasına rağmen kavrama en çok siyasi
gerilimler, karşıtlıklar karşısında yönetilen halkların olumsuz sessizlikleri
bağlamında kullanılmasına rastlıyoruz.
“Suskunluk sarmalı”nın bilimsel alanda “sıradanlaşma” ile
yan yana geldiğinde şahit olmasam da bir araya geldiklerimde zamanımızın
toplumsal buhranlarını karşılama adına doğru kompozisyonu oluşturabiliyorlar.
Birinin diğerini kapsaması meselesi ise bize göre muamma.
Neumann’ın suskunluk sarmalı tarifinde korku mevcut.
Kitleleri saran korku sebebiyle sessizleşmeden doğan ve kırılamayan ve sonu
gelmeyen bir döngü.
Sıradanlaşma ise sosyologların 21. Yüzyılda, ideoloji ve
çıkar yol keşfetmekten ümidini kesmiş, kapitalizme ve konformizme teslim olmuş
dünyalıya yakıştırdığı bir kavram. Haksız değiller; eğlence ve modanın
kıskacındaki gösterinin merkezinde para ve güç var. Ya içindesiniz ya dışında.
İçinde olanlar için dışında kalanlar, dışta kalanlar için içerde olanlar
sıradan. Ama bir biçimde bir sıradanlığın parçası olma durumu var.
Sıradanlığın bulaşıcılığından da söz edebiliriz, tıpkı
suskunluk sarmalı gibi. Günümüzde konfor mücadeleden yılmış olanların ilacı ise
içeridekilere dahil olanların sayısında artış olduğu şüphe götürmez. Dışarıda kalmak
ise akıntıya kürek çekmek demek. Suskunların sarmalının toplumda bir girdaba
dönüşüp etrafındakileri yutmaya meyletmesi gibi.
Manzara şöyle tarif edelim o zaman: Sıradanlık da suskunluk
sarmalı da olumsuzluktan besleniyor. Olumsuzluğun merkezinde ise ferdin kendi
zihni ve duyguları var. Yani sıradanlaşma ya da korkuya dayalı suskunluk,
mecburi değil ferdî birer yönelim. Yani tercih. Akıntıya kürek çekmekten
yılmış, yorulmuş, eleğini duvara asmaya hevesli, umursamaz kitleleri
çağrıştırıyor.
Kalemi bu kadar kavramlarla yormuş, zamanımıza özel kinayeli
çıkarımlar yapmışken gecikmeden maksada gelelim.
Küresel acılara dair ortak vicdan geliştiremeyişimize…
Zamanın en güçlü çağrışımları arasında herkesin acısı da
mutluluğu da kendine mesajı var.
Tercih hakkı, düşünce özgürlüğü, “ben” olabilmek için
direniş motivasyonları günümüz insanını kendine odaklanma saplantısı sebebiyle
kendinde saplanıp kalan fertlere dönüştürüyor. Otoportresine odaklanan insanın
bencilliği, narsistiliği, çevresine gaddar ve duyarsız olma eğilimi normalleşme
seviyesinde.
Ama normalin bu olmadığını, bencil benmerkezci ve
narsistlerin duvarına tosladığımızda anlıyoruz. O aşamada duvarı aşmak için
vakit kaybetmeden önce kendi duvarlarımıza bakmamızda fayda var. En azından
varlığını-yokluğunu idrak etmemizde, kendi hâli pür melalimizle yüzleşmemizde…
Şüphesiz hepimiz hasarlığız, incinmiş ve yorulmuşuz, çok
yollar yürümüş belki de çoğundan elimiz boş dönmüşüz. Ancak kişisel
sıkıntılarımızın ve acılarımızın hiçbiri, insanlığın vicdanını titretmesi
beklenen kitlesel acılara bigâne kalmamız için esaslı bir bahane sayılmaz.
Filistin halkının uğradığı soykırım, insanlığın 21. Yüzyıl
turnusolu. Küresel iletişim sayesinde aşılamayacak hiçbir yol, ulaşılamayacak
hiçbir uzak olmadığı ortak vicdanın harekete geçmesiyle daha iyi anlaşıldı.
Demek ki elimizden, dilimizden ve kalbimizden gelen bir şeyler olduğunda
sözümüzü yükseltmek için engel yok.
Ama içimizdeki benmerkezci narsist gaddarların ezberleriyle
hasar aldık, incindik, yorulduk. “Bu mesele bizim değil, Filistinli Arapların
meselesi” diyenlerle aramızda duvarlar var. Biz o duvarı aşmaya niyetli
değiliz. İfşaya da gerek yok; bunu kendileri en uygun şekilde yapıyor.
İhtiyacımız olan ilk defa kendi halkına kafa tutan Hannah Arendt’in dile getirdiği
“kötülüğün sıradanlığı”na teslim olmamak; sıradanlaşmanın, kendine dönük modern
buhranın bir parçası olmamaya çabalamak.