Sofra adabı
Geçtiğimiz haftalarda sizlere İstanbul nezaketini anlatmıştık. İstanbul’da, özelikle benim başımdan geçen bazı olayları ibret olsun diye, kimine örnek olsun diye sizlere aktarmıştım. Efendim İstanbul nezaketi deyince ne anlıyoruz? Osmanlıda özelikle sarayda, saraylı kelimesi vardır; Anadolu’da, ya da İstanbul sarayı dışında bir kelime vardır, saraylı. Aa o mu? O saraylı. Bu şu demek, sarayda yetişen hanımlar, beyler Anadolu’ya gider, mesela cariyeler sarayda en fazla, en fazla, 3 yıl kalır. Evet, batıdaki gibi değil, Osmanlı’da hizmet eder, her türlü bilgileri öğrenir, meslek öğrenir, dil öğrenir ve Anadolu’da evlendirilir, gönderilir. Bunlara saraylı denilir ve Anadolu’ya gittiği zaman, İstanbul dışına çıktığı zaman veya taşraya çıktığı zaman, bu kardeşlerimize, erkek olsun, kadın olsun, saraylı diye hitap edilir. Niye? Saray terbiyesi gördüğü için. Ve tıpkı padişah geliyormuş gibi, bir paşa geliyormuş gibi karşılanıyorlarmış.
Saray kültürü, edebi ile yetiştiği
için. İşte sevgili okuyucular, bu Anadolu’ya giden, Taşlaya giden Anadolu
nezaketi sadece kitaplarda değil, hala günümüzde de bunu yaşatan, yaşayan
İstanbul beyefendileri, hanımefendileri var. Allah rahmet eylesin, Mehmet
Haydaroğlu abimiz İstanbul beyefendisini söylerken, anlatırken, çok basit diyor
çocuklar, ilk kendisi ile Asariyedeki öğrenci evimizde konuşurken, yere diyor
bir şey düştüğü zaman İstanbul beyefendisi pat diye hemen elinden belinden
eğilerek almaz, oturarak, çömelerek alır diyor. Nezaketen. Ve oturduğu ortamda,
muhitte kim varsa, ona sırtını dönmez, ona göre kendisini ayarlar, yere çöker
nezaketle eline alır. Eğer diyor, bir hanımefendi sokakta gidecekse, bir şey
alacaksa, kenarda bir yerde oturur, bir yemek acil bir durum olursa, onu
yaşmağı ile kapatır, mısır olsun, bir yiyecek, bir simit, yaşmağı ile arkadan
yer. Bugünkü gibi böyle açıktan yemez. İşte İstanbul Hanımefendisi, beyefendisi
böyle davranır. Veya geçtiğimiz haftalar öğrendim, mesela birisinin evine
misafir olarak gidiyoruz, sordunuz lavabo müsait mi diye, ne diyor size buyurun
müsait, o zaman diyorlar ki neye buyurun, lavaboya buyurun olur mu, bu
nezaketle diyelim diyorlar. İstanbul nezaketini ifade ederken tüylerimi
diken-diken yapan bir olay var, Merhum Musa Topbaş üstadımız kudussesiruh,
Sultan Tepe’de bulunan köşkte, her yıl düğünler yapar, gençlerin evlendirir,
evlenmelerine vesile olurdu. Sanırım 1994 yılı olması gerekir, biliyorsunuz
Musa efendimiz kışın, güzün Medine de kalır sonra İstanbul’a gelir, işte
Haziran-Temmuz aylarındaydı düğün, köşkte sofra hazır, o zaman genciz biz
erkenden gidiliyor sofralar hazırlanıyor; sofraları hazırlamak için uğraştık
erkenden, sofrada tabaklar, kaşıklar, çanaklar, masa örtüsü, ekmeğin konulacağı
yer her şey ayarlandı meşrubatlara kadar, maden suyu dahil, gazlı içecekler,
ayran, çeşitli içecekler, ayran, içecekler çeşit çeşit, yemek dışında her şey
vardı. Mükemmel bir sofraydı.
Sonra Musa efendimiz merhum geldi,
baktı sofraya, biz misafirleri alacağız sanıyorken, kendisi eli ile sofra
bezine baktı, masaların bir tanesi hafif, yani hafif diyorum 2 santim, 5
santim, hadi 10 santim diyeyim, aşağı sarkmış, biraz düzensiz, önce eli ile
düzeltmeye çalıştı, olmadı içine sinmedi Musa efendimiz ve kendisi, bize hiçbir
şey demedi, o masadaki tabakları, çatalları yavaş yavaş indirmeye başladı.
Neden? O masa örtüsü yeniden düzenlenecek, örtülecek, serilecek, nizami olacak,
standart olacak, ondan sonra üzerinde bulunan tabaklar, salata tabakları,
çatallar, yemekten hariç hepsi tekrar konulacak. Ufacık bir, görüyorsunuz değil
mi, bir düzensizliğe müsaade etmiyordu Musa efendimiz. Dedim ki aman aman bu
çok zormuş bu, bir sofra adabı gerekiyormuş, sofra adabında da bir titizlik
gerekiyormuş. Bize niye söylemedi? Uğraştık o kadar, gönlümüz kırılmasın diye
kendisi bize bir şey demedi. Tabi bizde durmadık, koştuk yardım ettik ve bundan
sonra her masa hazırlanacağı zaman buna hep dikkat ettik, önce masa örtüsü
güzelce hazırlanacak. Bu demek oluyor ki: yaptığınız işi güzel yapın, Allah
işlerini güzel yapanları sever. Musa efendimizin sık sık söylediği bu ayeti
kerimenin meali, Bakara süresi 195.ayet: veahsinû inna(A)llâhe
yuhibbu-lmuhsinîn(e): ‘’Doğrusu
Allah iyilik eden ve işini güzel yapanları sever.’’
Başka
yine düğünlerden bir tanesi, İstanbul nezaketinden bir örnek vermek
istiyorum. Biz tabi tabakları, çanakları
getiriyoruz, gayet Musa efendimiz de orada, nezaketle, sessizce, fısıltı ile
getiriyoruz, konuşuyoruz. Kardeşlerin bir tanesi, duymadı, şöyle dedi
‘’İbrahim-İbrahim’’ diye bağırdı böyle, o da döndü, Efendim dedi, Musa
efendimiz de ‘’İbrahim’’ diye bağıran kardeşe geldi, bir yaz günüydü demiştim
ya, temmuz ayında demiştim, gömleğinden tuttu eliyle, sağ omuzundan tutarak
aşağı doğru ve şunu söyledi ‘’İbrahim Bey, İbrahim Bey, İbrahim Bey’’ diye üç
defa seslendi. Birbirimize seslenirken, ‘’Ahmet hop’’, değil, ‘’İbrahim Bey,
Fatih Bey, Fahri Bey, Selahattin Bey’’ diye seslenmeliyiz. Bizden küçük, büyük
fark etmez. Durumunuz müsaitse, muhabbetiniz var ise ‘’İbrahim abi, Selahattin
abi, Murat Karaman abi, Mehmet Akman abi’’ diye seslenebiliriz. Durumunuza göre. Toplum içerisinde özelikle,
kendi aranızda bir muhabbet olabilir ama toplum içinde Bey, Beyefendi,
hanımefendi, hanım kardeş demek gerekiyor, bunlar çok önemli. İşte İstanbul
nezaketinden birkaç örnekler verdik, Musa Topbaş Efendi ile çok anılarımız var.
Bir tanesi sofra adabı, biri de hitabet.
Bir
diğer sevgili dinleyiciler, İstanbul nezaketi ile ilgili olarak, Musa
Efendimizin bizzat gördüğüm, bizzat o kardeşimize söylediği ve uyardığını
gördüğüm bir hadise. Örnek olsun, ibret olsun diye anlatıyorum. Benim eşim,
muhterem eşim, çiçek yapıyor, yapma çiçekler yapıyor, bende Medine’ye Ümreye
gidiyoruz, Musiad ile birlikte görevli olarak gidiyoruz. Giderken eşim rica
etti bunu Musa Efendimize İstanbul’dan götürür musun, İstanbul’dan büyükçe bir
çiçek, yapma bir çiçek, götürdük. İstanbul-Medine geldik, elimizde hediyeler
var. Ramazan umresi, MÜSİAD ile, başka hediyeler de var götürdük Musa
efendimize özelikle, görevli abilere teslim ettik. Ne kadar güzel İstanbul’dan
hediye götürdük, yapma çiçek götürdük, hafif de ne var, genciz 94 yılındayız,
evleneli 2 yıl olmuş, ama bir abi var, Allah omur versin şimdi yaşıyor,
Medine’deyiz, Fahri Sarrafoğlu kim, Fahri Sarrafoğlu kim, beni arıyor
yana-yana. Sormuşlar, dedik ya MÜSİAD’da görevliyiz geldi beni arıyor. Bende
buyurun dedim. ‘’Ya seni arıyoruz iki gündür’’ dedi, bende ‘’ne oldu’’ diye
sordum. O da Musa efendimize hediye getirmişsin, ona ulaştı, Musa efendimiz de
mukabele ediyor. Bu da eşinize şunlar, şunlar hediye. O kadar büyük ki
gönderdiğimiz. Ve verilen nezakete bakın, sakın hediyeleşmede, büyükleri yormayalım,
büyükler her zaman fazlası ile mukabele ederler, her zaman fazlası ile mukabele
ederler, ama onları mukabele edecek şekilde daha büyük bir hediyeler ile
yormayalım, nezaketen kibar, hayırlı bir dua, sembolik bir hediye ikram edilir,
onunla mukabele ederler, başka bir şekilde mutlaka karşılık verirler ya da
mukabele ederler. Ama siz abartılı bir şekilde büyük bir hediye verirseniz, o
da karşılığında daha büyük verecek, o zaman ne yaparsınız, onları yorarsınız
diyerek o abimiz beni kibarca uyarmıştı.
Demek
ki, manevi büyüklerimize hediye verirken nezaketli olmalı, amacımız ne olmalı
gönül almak olmalı, hediyenin kendisi değil, hediye verilen kişi önemlidir.
Buna dikkat edelim. Merhum Oğuz Aydınol abimiz demişti kuzum, bu olayı
anlatınca, böyle ikaz aldık deyince, önemli olan hediyenin büyüklüğü değil,
hediye verilen kış, burada esas olan hediyeyi verirken gönlündeki niyetin bir
karşılık beklememe, aaa ben hediye veriyorum muhterem üstadımıza, karşılığında
bana bir şey gelecek teberrükken diye düşünmemek gerekiyor, yoksa yorarsınız
demişti Oğuz abi. Böyle bir beklenti olmasın, yoksa yorarsınız demişti ve
hediye verilen kişi önemli, ona ne verdiğiniz değil, verdiğiniz kişiye olan
muhabbetiniz, sevginiz önemli. Bir sözde, bir duada muhabbette yeterlidir.
İstanbul nezaketini başlamıştık, bugün aklımda kalanlar bunlardı, inşallah
sürçü lisan ettiysek affola, hakkınızı helal edin. İstanbul’u anlatamaya devam
edeceğiz. Bunu niye anlattım? Hoşlarına gitmiş, tablette bulunuldu, arada böyle
anlatırız inşallah.