Şule
-Ruzname; Kelime Günlüğü’nden-
Kelimeler seviyesine uygun olmayan yerlerde tekrarlanıp durdukça,
art niyetle anıldıkça hakiki manasından uzaklaşıyor. Bu algıladığımız şekli
elbette. Yerli yersiz duymak nefsimizi usandırıyor. Oysa kelimeler ve mânâları oldukları
yerde duruyor; zihnimiz ve kalbimiz çağrışımlar sayesinde onların hakikatini
hatırlıyor.
Son yıllarda cemaat kelimesinin başına gelenleri hepimiz
biliyoruz. Kanaatimce cemaat’in başına gelenler neredeyse dava’nın
da başına geldi.
Vaktiyle dava mecazı, bir tek “İslam davası”na işaret ediyordu. Müslümanlar
bu kelimeye, İslam’ın yerle yeksan edilmeye çalışıldığı acılı süreçlerde
“Allah’ın ipi”ne sarılır gibi sarıldı.
Peki dava neydi?
İslam’ı en doğru şekilde yeryüzünde, vatan topraklarında, sosyal
hayattın içinde yaşamak, varlığını korumak, insanları dosdoğru Müslüman olmaya
davet etmekti.
Hem kâl hem de hâl ileydi dava. Kâl engele takılıyorsa hâl ile
devam ediliyordu. Hâl engele takılıyorsa kâl ile…
Bir şeyler aşıldıktan, özgürlüklere kavuşulduktan, kimsenin
Müslümanlığına zeval gelmeyeceği (!) anlaşıldıktan sonra dava kelimesi hâlden
de kâlden de uzaklaşmaya başladı.
O uzaklaşmadı, ondan uzaklaşanlar onu uzaklaştı sandı.
Dava, artık keskin bir kılıç gibi korkutuyor nesilleri. O da
değilse bile fazladan bir görev yüklüyor sanki. Hoşgörüsüz, dayatmacı, şiddet
içeren bir kavrammışçasına gibi itiliyor, öteleniyor, ötekileştiriliyor. Davayı
küçümseyenlerin safına katılanlar artıyor.
“Taş yerinde ağır” sözünü bu köşede ilk ağırlayışım olmayacak. Şüphesiz
“taş yerinde ağır.”
Kelimeler de doğru yerde, doğru kişilerce söylendiğinde ağırlığını
buluyor.
Yer meselesi mekândan ibaret değil. Kelime önce zihinde kendine
yer bulur, ardından kalpte. Çünkü bir ihtiyaç olduğuna inanmak lazımdır.
Davanın ağırlığını her bünye taşıyamıyor.
Her türlü çileyi, cefayı, kederi, hasreti, müebbetin sonundaki
vuslatı, bedeli ödenmiş huzuru, boyun borcunu anlatmaya kâfi gelen “dava”,
Türkiye’nin yakın tarihindeki hak mücadelesini simgeler. Rehavete bakıp
aldanmamak lazımdır. Mücadele hiç bitmez.
Bu kadar çok zikredilmesine bakmayın, davayı yüreğinde
taşıyabilenlerin çoğu göçüp gitmiştir, umulur ki Hakk’a kavuşmuştur.
Zamanın, mekânın, niyetlerin ve sebeplerin ifaya uygunluğu mühim.
Dava, hangi kötü şartlarda zikredildi ki bu kadar örselendi? Hangi niyetlere
alet edildi ki ağırlığını yitirdi? Hâlâ kimileri için başköşede; ama ne oldu da
çoğunluğun anmaktan kaçınacağı, “geç bunları” diyeceği kadar arası açıldı?
Öyleyse bu kelimeyi doğru yerde, doğru şekilde söyleyerek
ağırlığını hissettirmiş kök durumlarla, öncü şahsiyetlerle daha çok hemhâl
olmak lazım.
Şule Yüksel Şenler Vakfı’nın düzenlediği, Cumhurbaşkanımız Recep
Tayyip Erdoğan’ın katılımıyla gerçekleşen "Şule: 28 Şubat Özel
Programı"nda “Şule” belgeselini izledik. O esnada zihnime hücum eden
binlercesinin arasından su yüzüne çıkan kelime “dava” oldu.
Çünkü davayı bünyesinde ve yüreğinde taşıyabilenlerden biridir
Şule Yüksel Şenler.
Süs ve lüks çağına uyak yaşayanların anlayamayacağı kadar sade,
bariz, sarih ve sahih bir “dil”le taşımıştır davayı.
Söyledi, yazdı, umudunu ve mücadelesini miras bıraktı. İbretlik,
imrendiren bir hayat…
Şule Hanım, çağımızın Müslüman kimliğinin yüzakı olarak, mümin bir
hanımefendi düsturuyla yaşadı. Akıntıya kürek çektiği hâlde, bunu yükseliş
malzemesi yapmaması, davasına tutunuşu, vakarı, istikrarı ve istikamet
titizliği duruşunu netleştirdi; onu Türkiye tarihine nakşetti, hüsnü misal bir
şahsiyete dönüştürdü.
28 Şubat ile Şule Yüksel Şenler isminin yan yana gelmesi, onun
ömrünü vefa ettiği mücadeleyi daha da anlamlı kılıyor. Davayı sahiplenişine
dair tanıklığımız ibret için bize yeter.
“Şule” belgeseline ve programa emeği geçenlerden, başta Şule
Yüksel Şenler Vakfı yöneticileri ve vesileler olmak üzere Allah razı olsun. Dileriz
ki vakfın faaliyetleri bereketlenerek ve çoğalarak sürsün, hayra vesile olsun.
Rabbim bizleri Şule Hanım’ın mücadelesine ve mirasına layık etsin.
Âmin.
***
Künye: Şule (Şûle); ateş alevi,
alev, yalım, ışık, parıltı anlamlarına gelir (Kubbealtı Lugatı).