Takvim

-Ruzname; Kelime Günlüğü’nden-

Zaman, hayatın içinden su gibi akıp giderken somutlaştıramadığımız, elle tutup gözle göremediğimiz bir olgu. Zamanı somutlaştıran iki önemli unsur var: Takvim ve saat.

İnsanlık tarihi boyunca arkaik, antik, klasik çağlarda birbirinden farklı birçok takvim kullanıldı. Küçük büyük neredeyse her medeniyetin kendi adıyla anılan bir takvimi mevcuttu.

Arkaik devirlerde kullanılıp geride bırakılmış takvimler olduğu gibi, günümüzde onlarca toplum, Miladi takvim olarak anılan ve en yaygın şekilde kullanılan ve Batı’nın en önemli medeniyet unsuru olan Hristiyani takvimden başka, çeşitli takvimler kullanıyor. Çin, Pakistan, İran, Tayland ve İsrail bunlardan birkaçı.

Küreselleşme, toplumların ekonomik, siyasi ve diplomatik ilişkilerini sürdürebilmesi adına Miladi takvim yaygınlaşmasını zorunlu kıldı. Kendi toplumsal yapılanmaları içinde, medeniyetlerinin bir devamı olarak kendi takvimlerini kullanmaya devam etme cengaverliğini gösteren toplumlar dahi,  uluslararası her meselede, dijitalleşmede hatta iletişimde Miladi takvime uymak mecburiyetinde kalıyor.

Türkiye, Cumhuriyet’in kuruluşundan iki yıl sonra, Miladi takvime geçti. 26 Aralık 1925'te çıkarılan 698 sayılı Kanun'la Türkiye Cumhuriyeti'nde resmî devlet takvimi olarak Miladi takvim kabul edildi. Kısa zamanda bütün tarihlendirmeler, basılı yayınlar, sözlü ve yazılı basın Miladi takvime uyarlandı.

Miladi takvime geçiş yılı olan 1925, sosyal, kültürel ve toplumsal hayata en önemli müdahalelerin yapıldığı yıldı. Tekke, Zaviye ve Türbelerin Kapatılması, Medreselerin Kaldırılması, Şapka ve Kıyafet Devrimi gibi sarsıcı değişimlerin yaşandığı süreçte “Milletlerarası Takvim ve Saatin, Yeni Rakamların Kabulü ve Ölçülerde Değişiklik” başlığıyla takvim de değişiyordu.

İlginç olan ise aynı potada görebileceğimiz takvim değişikliğinin 1928’deki Harf, 1932’deki Dil devrimi, 1934’deki Soyadı Kanunu’ndan önce gerçekleşmesi. Öyleyse yazıya ve dile yapılacak müdahaleler için medreselerin ve dergâhların kapatılmasıyla takvimin Batı’ya uyarlanması bir ön hazırlık sayılabilir.

Dünyanın ulaşım ve iletişim yoluyla son derece “küçüldüğü” bir zamanda, evet, Miladi takvimi kullanmak bir mecburiyete dönüşüyor.

Ama…

Diğer taraftan;

Takvim, son derece önemli bir medeniyet unsuru.

Takvim, bir aidiyet simgesi.

Takvim, bir medeniyetin gen haritası.

Neden mi?

Çünkü takvimle birlikte önemli ve kutsal günler de hayatımıza taşınıyor.

Çünkü her medeniyetin takviminde unutulması istenmeyen günler, kırmızı ile işaretleniyor.

Her takvimin yılbaşı ve tarihselliği kendine has.

Çünkü her takvim, geçmiş toplumların unutulmaması gereken hadiselerini unutturmamak üzere tasarlanmış.

Günümüzde kullandığımız Miladi takvimde olduğu gibi…

Cadılar Bayramı’nı, Noel’i, Paskalya’yı kutlamak Müslüman yoğunluğu olan toplumumuzda tuhaf karşılanacak kadar yaygınlaştı. Yine Hristiyani öğelerle ilişkilendirilen anneler, babalar ve sevgililer günleri ise normalleşti bile. Bu gidişatı Batı hegemonyasındaki kültürün küreselleşmesine dayandırdığımız kadar, kullandığımız takvimdeki kırmızı işaretlerle ilgili olduğunu kabul etmeliyiz.

Saadet devrinde Peygamber Efendimiz’in (sav) Rabbimizin emri ile başlattığı Hicret, eziyet altında yaşamını sürdürmekte zorlanan Müslümanlar için bir kurtuluş müjdesiydi. Mekke’den zor şartlarda Medine’ye hicret eden inananlar, orada daha huzurlu bir hayata kavuştu ve güven içinde İslam’ın yayılması için cihadını sürdürdü.

Hz. Ömer (ra) devrinde Hicret yılı başlangıç (1. yıl) kabul edilmiş, 1 Muharrem günü Hicrî yılbaşı olarak belirlenmişti.

Hicrî takvim kamerî takvim olarak adlandırılan bir sistemle işliyor. Dolayısıyla bir yılda -Miladi’de olduğu gibi- 12 ay olmasına rağmen ayın dünya çevresinde dönüşü dikkate alındığından Miladi yıl ile Hicrî yıl arasındaki fark ortalama -11 gün oluyor.

Yani “Ramazan bu sene kışa gelse” diye temennide bulunanların Hicrî takvim sisteminden bihaber oldukları aşikâr. Zira Ramazan Hicrî takvimdeki aylardan biridir.

Yaklaşık iki yüz yıldır kanunlarla yeniden ve yeniden tasarlanan toplum yapısına sahip olduğumuz unutulmamalı. Bu da kişilerin ferdî özgürlüklerini yeniden ve yeniden düşünmeye itiyor.

Elbette Hicrî takvime sahip çıkacak olan yine Müslümanlardır. Kutsal günler, kandiller ve Müslümanların tarihindeki önemli sayfalar Hicrî takvimde işaretlenmiştir.

Bayram olarak müjdelenen Cuma günlerini bir bayram olarak idrak etmekle birlikte Hicrî takvim üzerinde kırmızıyla işaretlenen önemli günleri de bilmek ve idrak etmekle vazifelidir.

Hicrî takvimdeki önemli günlere kendi kişisel tarihimiz de eklenmeli. Doğum günlerimiz, sevdiklerimizin ölüm tarihleri, hayatımızda hac, evlilik veya taşınma gibi önemli günleri de Hicrî takvimde kırmızı ile işaretlemek, bizi inanç köklerimize bağlar. Bu ise kanun ya da resmî düzenle ilgisi bulunmayan, ancak hayatı Müslümanca yaşamaya sevk eden faydalı bir alışkanlık.

Hemhâl olduklarımız bizi şekillendiriyor.

Farkında oluyoruz ya da olmuyoruz ancak inancımızın simgelerini hayatımızda görünür alana yerleştirmediğimizde yeni nesillerin ve özellikle çocukların şuursuzca farklı inanç sistemlerinin simgelerini sevmesi ve üzerinde taşımaktan hoşnut olması durumuyla karşı karşıya kalıyoruz.

Bunu kendimize nasıl açıklıyor, nasıl bahanelendiriyoruz? Bu bir sorunsa bu sorunun kaynağı biz miyiz, onlar mı?

Bir Müslüman’ın evi, gündelik hayatı, yemesi içmesi, gezmesi tozması, zamanını değerlendirmesi nasıl olmalı ve dikkate aldığı zaman ölçüsü hangisidir; bunun üzerine düşünmek her şuurlu Müslüman’ın görevi.

Bu vesile ile, yeni Hicrî yılımız mübarek olsun.