Tarih anlatımı üzerine notlar kabiliyeti
Tarih -yazıcılığı-, sosyoloji bilimi -folklor mu diyelim? hayır demeyelim.- içerdiği gibi anlatı muhtevasına felsefeyi de dahil eder; -zamanlama veya zamanı hiç tanımama- üzerine oluşan bir sistemdir de. Ne ki, Yunan ona felsefe eklemeyi -başlangıçta değil- sonradan öngördü. Lakin şimdi tarih ilmi, 18. yy. sonrası doğan sosyolojinin kollarında yürüyor, elbette felsefenin de. Siyasi tarihi es mi geçtik? Hayır, elbette hayır. Şurası bir gerçek ki, tabiat, tanrılaşma, ölümler, kahramanlar kimliklenmesi üzerine anlatılan savaş teknikleri, tarihin ana gövdesidir; -ki çoğu birebir vuruşmalar üzerine oturan ortak -olaylar ve olgular- kabulüne dayanır. Bunun böyle olduğu veya olmadığı üzerine oynatılan her kalem kabiliyeti bizim açımızdan –tarihi anlama açısından- önemlidir, onları da -elbette- dinleriz.
Tarihin ilk metinlerinde kendi içinde
bir -başlangıç olayı- ve -olgu sistemi- gözlemek mümkündür. -*Konuyla ilgili ilk metinler Gılgamıştır ya da hadi diyelim
hermenötik kendini Mançuryalı gösterir mi?- Mançurya ile tarih anlatımı
nasıl başlatılır? Gizem mi? Bahsi diğer. Işık
mevhumu veya karanlık korkusuna uzanan anlatı zenginlikleri.
Latinlerin akıllı olarak tasvir edilmesi Germenliğin barbar tasvirlerinden
aldığı nasip veya herkese hitap etmeyen başeğmezlik prensibi bu meyanda öne
çıkan –bilgilerdendir.-
Türkler. Evet Türkler. Türklerin tarih
içinde tasviri de -bu anlamda- kendi içinde farklılık gösterir. Kimi dönemde bu
anlatı kabiliyeti, Türkleri müthiş överken kimi dönemde inanılmaz bir yergi
barındırır; bunun nedenleri bir tarafa, bu kabilden değerlendirişler, çoğu
-ulus kabiliyeti- için yapılan ve muhtevası kayıp nedenselliklere dayanan, -bir
hâldir.-
Türkler nedir derken Türkler
kimdir gibi yeniyetme sorular gelebilir aklınıza; ardından Türklere, Türk
demek için ne şartlar gereklidir diye bir soru da zuhur edebilir zihin
dünyanızda. Lakin bu bâbta sorulan
soruların tarih içinde soranı da cevap vereni de yorduğu –tartışılır kıldığı-
malûmdur. Bütün bunlara rağmen ulus tanımsalına bel bağlayanların bu
tasvirleri, kendi ulusları için -tanım yapıcı- sorularla süslediğini anlamak da
artık zor değildir. Yeni kıtanın kurucuları kimlerdir? Who we are?: The Challenges to America's National üçlemesi
üzerinden yapılacak tasvirler, modern dünyayı bunca etkilemişken bizim de
konuyla ilgili kendi söyleyeceklerimiz olmalı-mıdır? Uluslardan tek bir ulus
doğar mı? Modern anlamsal, buna cevap arıyor. Tek Dünya Ulusu/. Neyse.
Malum kendimizi laik/seküler dünyanın
kimliğinden ayırdığımızı alenen ifade ediyoruz. Öyleyse ise, Türk nedir meselesi felsefenin olduğu
kadar tarihçi gözlemlerinin -gözlemci tarihçiliğin- kültürel ‘ıtlak’ kabiliyeti
içinde de bir -varlık gösterisi- yapmalıdır. Yapıyor mu? Hayır. Yaptırılıyor
mu? Ona da hayır diyeceğiz. Öyle ise biz bu konuda ne yapabiliriz? Türk tanımı
gerçekten var mı? Gerekli mi? Yapılabilir mi? Yapılmış ama kayıp mı?
Osmanlı Türkleri aptal göstermiş hem de bunu mantıken kendi ırkı durumunu aptallar
hanesine alenen yazma adına yapmış (Türk olduğu halde kendi nedenselini
aptal olarak tasvir etmiş) misûllû tv’ci adamların –ambiyans içerikli-
sorunlarına durup durup cevap yetiştirme, yerine işimize bakmalı değil mi?
Öyleyse, -Türklerin varlık anlamsalı
tanrı katında nedir?
Şimdi bizlerin varlık anlamsalı neden
önemlidir? Çünkü, Türkler adil ve
kendi nefislerini savunmada öncelikli bir kabiliyetine sahiptir. Öyle mi? Öyle
deniyor. Türklerin adil oluşu ve kendi izzet-i nefislerini savunmada mahir
oluşlarına söyleyecek sözü olan var mı? Hayır mı? Öyle ise -hermenötik değer- haberiniz bile olmadan
-işte size-, Türklerin Batı anlamsalında değer kesbeden varlık kimliğini dile getirmiş
oldu. -Türkler adil bir ulustur.- Türkler adil olacak veya oldukları kabul
edilecekse adil olmayan uluslar kimlerdir? Bu soru hermenötik kabiliyetin bizi
değerlendirişinde doğurduğu diğer sorgulama (soruyu tekrar yansıtma)
katmansalıdır.
Şimdi hermenötik içerikli bir soruyu şöyle İslamlaştırabiliriz miyiz? Allah Türkleri neden Asya’da yaratıp
Ortadoğu’nun ateşli kumlarına doğru büyük bir serüven içeren kültür kimliği ile
gönderdi. Bu gönderiş sonlu bir gönderiş mi yoksa tekrar Asya ve neticesinde bütün
dünyayı içine alan bir teşkilat/yönetim aksiyonu-nu içeriyor mu? Net cevap
verilesi sorular mı bunlar? Hayır.
Asyalı bir kavim olma meselesinin ilk
ayağı göçebe oluştur. Göçebelik tabiri diğer ulusların kabiliyetini öğrenme ve
onlarla ortaklık kurma temelli bir algıyı da doğurur; doğurduğu ile kalmamış bu
durum, -/Türkler-, doğrudan beraber yaşadığı kavimlerin hikmetlerini almış
bazen daha ileriye gidip onların destansı anlatımlarını hatta devleti –yeni
coğrafyalarda- yürütme kabiliyetini birebir ilgi alanlarına dahil etmiştir.
Türk-Arap karşılamasının öncesi-, Türk-Pers karşılaşmasıdır. Yanlış bir algıyı
doğrultmakta fayda var: Türkler, İslam kavmi olmaya Farisi hanedanları
(Saffarî-Buveyh-Samaniler) vasıtası ile girmiş ve Pers kültürü ile kültürel ilişki
içine –coğrafi zorunlukla- dahil olmuştur. -Arap İslam’ı denilen -modernist
itham- şimdi yerinde duruyor mu berhava oldu mu?- İlaveten şunu da ifade
edelim, Samanoğulları, Büveyhoğulları gibi Arap kabiliyetli Pers coğrafyası
hanedan kültürlerinin en önemlisidir. Neden öyle? Çünkü İslam’ın ilk öğretici
kavmi Kureyş’tir de ondan. Samanilerin, Türklerle ilişkisi ise, İslamlık
üzerinden olmuştur; onlar devletlerini -merkezi dünyaya- /yani Fırat-Dicle-Nil
üçgenine- sunuşta Türkî asaleti kullanmaya istekli durmuşlardır; bu durum dahi
onların, Sünnilik kültürünü Türklere iletmelerinin önünü açmıştır.
Öncesi
itibarı ile şunu da ifade etmek yerinde olur; -Türkler, kendilerinin dışında
ciddi bir kültürel oluşum olarak beliren tarihî beyt nahrin bölgesine inişte iki şeyle karşılaştılar; -kadim
anlamsalın temsilcisi iki ulustu
bunlar; –biri-, daha sonraki yılların
Farisileri, kendilerine Farisi denmesinin arkasındaki edebi anahtarı bize
sağlayan Kadisiye’den (636) sonraki İslam kültür kimliği yani-; -ikincisi ise-, Arabî Abbasî
otoritesidir. Türklerin, Mısır üzerinden edindikleri Emevi şehir düzenini kendi
alanlarına geçirip geçiremediği tartışmalıdır. Bu mevzuda -İhşit/Tolunoğlu-
üzerinden bize intikal eden bir güç kabiliyetine sahip değiliz. Evet öyleyiz.
Emevilik zaten başlı başına Rum Kayzeri’nin
devlet otoritesi -Persî İran’ın- teşkilat yasası üzerine –devletleşmiştir; ve kesinlikle doğrudan bize intikal eden bir
‘nüveye’ sahip değildir. Bütün bunları söylemekte maksadımızın evrenseli anlama
hakkını –ıskalamama- üzerine oluşan Türk devlet anlayışını –yapıcı başkarakter-
Oğuz Han’ın devlet yasasına bağlayıp -Bey otoritesini- bu vesile ile anmak
istememizden olduğu aşikardır. Oğuz’un -Metehanlaşması-,
Mete Han’ın Oğuzlaşması kültü –hadi
töresi- doğrudan ilk teşkilat yasası olarak kabul edilen –itaat- üzerine
oturmasıdır ki, daha sonraki süreçlerin başat kuralı budur: -ki şimdi, bu durum Türk Bey
kabiliyetinin olmazsa olmaz tanımsalıdır; -Bey otoritesi uyumsallığı-. Tarih
anlatımının bize akseden Kadim Yunan içeriğinin –çağlara hitap eden- izdüşümü
bu kabilden ilerler. Bu mesele bu kadar mı? Hayır, değil.