01 Temmuz 2021

​Tarih anlatımı üzerine notlar kabiliyeti

Tarih -yazıcılığı-, sosyoloji bilimi -folklor mu diyelim? hayır demeyelim.- içerdiği gibi anlatı muhtevasına felsefeyi de dahil eder; -zamanlama veya zamanı hiç tanımama- üzerine oluşan bir sistemdir de. Ne ki, Yunan ona felsefe eklemeyi -başlangıçta değil- sonradan öngördü. Lakin şimdi tarih ilmi, 18. yy. sonrası doğan sosyolojinin kollarında yürüyor, elbette felsefenin de. Siyasi tarihi es mi geçtik? Hayır, elbette hayır. Şurası bir gerçek ki, tabiat, tanrılaşma, ölümler, kahramanlar kimliklenmesi üzerine anlatılan savaş teknikleri, tarihin ana gövdesidir; -ki çoğu birebir vuruşmalar üzerine oturan ortak -olaylar ve olgular- kabulüne dayanır. Bunun böyle olduğu veya olmadığı üzerine oynatılan her kalem kabiliyeti bizim açımızdan –tarihi anlama açısından- önemlidir, onları da -elbette- dinleriz.

Tarihin ilk metinlerinde kendi içinde bir -başlangıç olayı- ve -olgu sistemi- gözlemek mümkündür. -*Konuyla ilgili ilk metinler Gılgamıştır ya da hadi diyelim hermenötik kendini Mançuryalı gösterir mi?- Mançurya ile tarih anlatımı nasıl başlatılır? Gizem mi? Bahsi diğer. Işık mevhumu veya karanlık korkusuna uzanan anlatı zenginlikleri. Latinlerin akıllı olarak tasvir edilmesi Germenliğin barbar tasvirlerinden aldığı nasip veya herkese hitap etmeyen başeğmezlik prensibi bu meyanda öne çıkan –bilgilerdendir.-

Türkler. Evet Türkler. Türklerin tarih içinde tasviri de -bu anlamda- kendi içinde farklılık gösterir. Kimi dönemde bu anlatı kabiliyeti, Türkleri müthiş överken kimi dönemde inanılmaz bir yergi barındırır; bunun nedenleri bir tarafa, bu kabilden değerlendirişler, çoğu -ulus kabiliyeti- için yapılan ve muhtevası kayıp nedenselliklere dayanan, -bir hâldir.-

Türkler nedir derken Türkler kimdir gibi yeniyetme sorular gelebilir aklınıza; ardından Türklere, Türk demek için ne şartlar gereklidir diye bir soru da zuhur edebilir zihin dünyanızda. Lakin bu bâbta sorulan soruların tarih içinde soranı da cevap vereni de yorduğu –tartışılır kıldığı- malûmdur. Bütün bunlara rağmen ulus tanımsalına bel bağlayanların bu tasvirleri, kendi ulusları için -tanım yapıcı- sorularla süslediğini anlamak da artık zor değildir. Yeni kıtanın kurucuları kimlerdir? Who we are?: The Challenges to America's National üçlemesi üzerinden yapılacak tasvirler, modern dünyayı bunca etkilemişken bizim de konuyla ilgili kendi söyleyeceklerimiz olmalı-mıdır? Uluslardan tek bir ulus doğar mı? Modern anlamsal, buna cevap arıyor. Tek Dünya Ulusu/. Neyse.

Malum kendimizi laik/seküler dünyanın kimliğinden ayırdığımızı alenen ifade ediyoruz. Öyleyse ise, Türk nedir meselesi felsefenin olduğu kadar tarihçi gözlemlerinin -gözlemci tarihçiliğin- kültürel ‘ıtlak’ kabiliyeti içinde de bir -varlık gösterisi- yapmalıdır. Yapıyor mu? Hayır. Yaptırılıyor mu? Ona da hayır diyeceğiz. Öyle ise biz bu konuda ne yapabiliriz? Türk tanımı gerçekten var mı? Gerekli mi? Yapılabilir mi? Yapılmış ama kayıp mı?

Osmanlı Türkleri aptal göstermiş hem de bunu mantıken kendi ırkı durumunu aptallar hanesine alenen yazma adına yapmış (Türk olduğu halde kendi nedenselini aptal olarak tasvir etmiş) misûllû tv’ci adamların –ambiyans içerikli- sorunlarına durup durup cevap yetiştirme, yerine işimize bakmalı değil mi? Öyleyse, -Türklerin varlık anlamsalı tanrı katında nedir?

Şimdi bizlerin varlık anlamsalı neden önemlidir? Çünkü, Türkler adil ve kendi nefislerini savunmada öncelikli bir kabiliyetine sahiptir. Öyle mi? Öyle deniyor. Türklerin adil oluşu ve kendi izzet-i nefislerini savunmada mahir oluşlarına söyleyecek sözü olan var mı? Hayır mı? Öyle ise -hermenötik değer- haberiniz bile olmadan -işte size-, Türklerin Batı anlamsalında değer kesbeden varlık kimliğini dile getirmiş oldu. -Türkler adil bir ulustur.- Türkler adil olacak veya oldukları kabul edilecekse adil olmayan uluslar kimlerdir? Bu soru hermenötik kabiliyetin bizi değerlendirişinde doğurduğu diğer sorgulama (soruyu tekrar yansıtma) katmansalıdır.

Şimdi hermenötik içerikli bir soruyu şöyle İslamlaştırabiliriz miyiz? Allah Türkleri neden Asya’da yaratıp Ortadoğu’nun ateşli kumlarına doğru büyük bir serüven içeren kültür kimliği ile gönderdi. Bu gönderiş sonlu bir gönderiş mi yoksa tekrar Asya ve neticesinde bütün dünyayı içine alan bir teşkilat/yönetim aksiyonu-nu içeriyor mu? Net cevap verilesi sorular mı bunlar? Hayır.

Asyalı bir kavim olma meselesinin ilk ayağı göçebe oluştur. Göçebelik tabiri diğer ulusların kabiliyetini öğrenme ve onlarla ortaklık kurma temelli bir algıyı da doğurur; doğurduğu ile kalmamış bu durum, -/Türkler-, doğrudan beraber yaşadığı kavimlerin hikmetlerini almış bazen daha ileriye gidip onların destansı anlatımlarını hatta devleti –yeni coğrafyalarda- yürütme kabiliyetini birebir ilgi alanlarına dahil etmiştir. Türk-Arap karşılamasının öncesi-, Türk-Pers karşılaşmasıdır. Yanlış bir algıyı doğrultmakta fayda var: Türkler, İslam kavmi olmaya Farisi hanedanları (Saffarî-Buveyh-Samaniler) vasıtası ile girmiş ve Pers kültürü ile kültürel ilişki içine –coğrafi zorunlukla- dahil olmuştur. -Arap İslam’ı denilen -modernist itham- şimdi yerinde duruyor mu berhava oldu mu?- İlaveten şunu da ifade edelim, Samanoğulları, Büveyhoğulları gibi Arap kabiliyetli Pers coğrafyası hanedan kültürlerinin en önemlisidir. Neden öyle? Çünkü İslam’ın ilk öğretici kavmi Kureyş’tir de ondan. Samanilerin, Türklerle ilişkisi ise, İslamlık üzerinden olmuştur; onlar devletlerini -merkezi dünyaya- /yani Fırat-Dicle-Nil üçgenine- sunuşta Türkî asaleti kullanmaya istekli durmuşlardır; bu durum dahi onların, Sünnilik kültürünü Türklere iletmelerinin önünü açmıştır.

Öncesi itibarı ile şunu da ifade etmek yerinde olur; -Türkler, kendilerinin dışında ciddi bir kültürel oluşum olarak beliren tarihî beyt nahrin bölgesine inişte iki şeyle karşılaştılar; -kadim anlamsalın temsilcisi iki ulustu bunlar; –biri-, daha sonraki yılların Farisileri, kendilerine Farisi denmesinin arkasındaki edebi anahtarı bize sağlayan Kadisiye’den (636) sonraki İslam kültür kimliği yani-; -ikincisi ise-, Arabî Abbasî otoritesidir. Türklerin, Mısır üzerinden edindikleri Emevi şehir düzenini kendi alanlarına geçirip geçiremediği tartışmalıdır. Bu mevzuda -İhşit/Tolunoğlu- üzerinden bize intikal eden bir güç kabiliyetine sahip değiliz. Evet öyleyiz. Emevilik zaten başlı başına Rum Kayzeri’nin devlet otoritesi -Persî İran’ın- teşkilat yasası üzerine –devletleşmiştir; ve kesinlikle doğrudan bize intikal eden bir ‘nüveye’ sahip değildir. Bütün bunları söylemekte maksadımızın evrenseli anlama hakkını –ıskalamama- üzerine oluşan Türk devlet anlayışını –yapıcı başkarakter- Oğuz Han’ın devlet yasasına bağlayıp -Bey otoritesini- bu vesile ile anmak istememizden olduğu aşikardır. Oğuz’un -Metehanlaşması-, Mete Han’ın Oğuzlaşması kültü –hadi töresi- doğrudan ilk teşkilat yasası olarak kabul edilen –itaat- üzerine oturmasıdır ki, daha sonraki süreçlerin başat kuralı budur: -ki şimdi, bu durum Türk Bey kabiliyetinin olmazsa olmaz tanımsalıdır; -Bey otoritesi uyumsallığı-. Tarih anlatımının bize akseden Kadim Yunan içeriğinin –çağlara hitap eden- izdüşümü bu kabilden ilerler. Bu mesele bu kadar mı? Hayır, değil.