03 May 2023

TARİH TEKERRÜR EDER Mİ?

                                    4

Osmanlı Devleti yıkılmadan önce iki bağımsız İslâm ülkesi vardı. Bunlar Osmanlı ve İran’dı. Geri kalan Müslüman ülkeler 18. Yüzyılın sonlarından itibaren sömürgeleştirilmişti. (Akşam Gazetesi-Murat Çetin)

Emperyalist ülkeler, Osmanlıyı yenebilmenin yöntemini bulmuşlardı: “İçten çökertme/ele geçirme!” yöntemi! Bu yöntem gereği savaşmak yerine sinsice Osmanlı devlet yönetimine sızarak; zayıflatmanın yollarını arayıp içten çökertmeyi daha ucuz bularak çalışmalara başladılar. Bu amaçla çeşitli toplantılar, konferanslar düzenlendi. Hatta bazı gizli ve karanlık dehlizlerde sinsi kararlar alındı ve uygulamaya konuldu. Bu planın ilk aşaması olarak Türkiye’de yıllarca uygulanması ve okunup anlaşılması ya da hükümlerinin uygulamaya konması için uğrunda bunca şehit verdiğimiz, Allah’ın kerim kitabı Kur’an yasaklandı.Camiler ya at harası, ya da asker kışlası haline getirildi. Medreseler yasaklanarak kapatılıp din ve imanla olan bütün bağlar koparıldı.Minarelerden ezan orijinal biçimiyle okumak yasaklandı ve bu şekilde ülkede ezan, on yedi sene aslına uygun okunmadı. Müslüman halkın kıyafetine el atıldı ve batının simgeleri olan kıyafetler zorunlu tutularak görünüşte halkın batıyla bütünleşmesine çalışıldı.”

Rahmetli dedem başından geçen olayı bana şöyle anlattı: ”Oğlum, ben, çocuklara Kur’an dersi veriyordum, bir akşamüstü muhtar beni çağırarak: ”Artık bundan böyle Kur’an dersi vermeyeceksin, yasaktır. Bugün, komutan bütün muhtarları ilçede toplayıp bize sıkı sıkı tembihte bulundu! Bize; üzerine basa basa; ”Bundan böyle kimse Kur’an dersi vermeyecek!” dedi.

Dedem derin bir ah çekerek sözlerine şöyle devam etti: “O dönemde bir sıkıntımız daha vardı. İlçeye yakın bir yere kadar normal kıyafetimizle giderdik, ilçeye girmeden üstümüzü çıkarır, onların istediği ve dayattığı kıyafeti giyip öyle ilçeye girebilirdik. Yoksa kıyafetlerimiz bıçaklarla paramparça edilirdi. Kardeşim Resul, bir keresinde ilçeye giderken; ilçenin girişinde bir yerde şalvarını ve sarığını çıkarıp gömleğinin kollarını pantolonunun paçaları gibi kullanarak bacaklarına geçirir ve sonra kendi eliyle takkesinin önüne diktiği bir çıkıntıyı da şapka niyetine başına geçirerek öyle giriş yapmak zorunda kalmış.”

Bir amcazademiz, Diyarbakır Ulu Cami’ye namaz kılmaya gitmiş. Caminin avlusuna girdiğinde bir de ne görsün? Caminin içerisi askerle doldurulmuş! O arada askerler arasında bir tanıdığını görmüş ve hal hatırını sorduktan sonra, amcazademiz tanıdığı askere sormuş: "Kaç gündür bu caminin içindesiniz?” Asker şöyle cevap vermiş: "Bir aydır buradayız, aç, susuz ve perişanız. Affedersiniz tuvalet ihtiyacımızı bile karşılayamıyoruz. Amcazademiz: "Seni oldukça üzgün görüyorum! Her halde ailenden ayrısın veya gurbete gideceksin diye üzülüyorsun değil mi?” Asker, “Ah!” çekerek: "Onlara da üzülüyorum, doğrudur; ancak, asıl beni üzen o değil! Beni en çok üzen, sahabenin bize hediyesi olan ve içinde namaz kılıp dua ettikleri; bu güzelim kutsal ibadet yerimizin bu duruma getirilmesidir! Affedersiniz, dibinde bevl etmediğim sütununun kalmadığıdır.” Sonra amcazademiz şunu söyledi: "Asker kardeşimiz, bunları anlatırken gözlerinden şıpır şıpır yaşlar dökülüyordu!"

Hiç unutmam, bir gün yine asker köyümüze geldi. Birilerinin ispiyonu üzerine kardeşim Resul ve Hüseyin adlı amcazademizin Demokrat Partili oldukları öğrenilmişti. Devletin iki resmi jandarması; onları falakaya yatırıp işkence ederek dövmeye başladılar. Askerler yorulunca durup sordular: ”Söyleyin bakalım; siz, Halk Parti’yi (Cumhuriyet Hak Fırkası/Partisi) kabul ediyor musunuz; yoksa hala Demokrat Partili olmakta inat mı ediyorsunuz? Bizimkiler de ısrarla: ”Biz Demokratız!” dedikçe askerler tekrar falakanın başına geçip vurmaya devam ettiler. Bağırtıları, feryatları, çağırışları insanın içini parçalıyordu. Bizler de hiçbir şey yapamıyor ve orta çağ engizisyon mahkemelerinin işkencesinden beter trajediyi seyrediyorduk. Öldüresiye dövüp artık ölmeye yüz tuttuklarını görünce dayaktan vazgeçip gittiler ama her tarafları yara bere içinde, iki ayda zor iyileşip ayağa kalkabildiler.”

 Batılı Haçlı Ruhu, böylece kendi geleceğiyle ilgili hiçbir endişe taşımayan bir nesil yetiştirmiş oldu. Nesil, aşağılık karmaşasına düşerek kendine olan güvenini yitirdi; hatta geçmişiyle anılmaktan utanır oldu. Bundan sonra; ”Gerisi çorap söküğü gibi gelmeye başladı.” Bundan sonra ülkemizde darbeler belli aralıklarla tekrar tekrar denendi ve birçok yetişmiş insan gücü yok edilerek her şey yeni baştan ele alınıp böylece hem zaman kaybı hem de olanak kaybı sağlanarak; Batı’nın istediği gibi ülkemizin yerinde sayması sağlanmış oldu. Bu da doğrulup ayaklarımız üzerinde yürüyemeyeceğiz anlamına gelir.

Yazımıza devam edeceğiz inşallah!