Tekfir etmek, va'd ve vaîd üzerine bir sohbet
Değerli okuyucu, “Bir Bilen Dostum” ile yaptığımız bu haftaki mutad (alışılmış) sohbetimizde, tekfir, va’d, vaîd kavramları ve Türkçe ibadet üzerine konuştuk, Sohbetimizin bir bölümünü sizlerle paylaşmak istedim. İlk önce bendeniz, şöyle bir soru sordum dostuma:
- Üstadım! Bizler beşeriz, şaşıyoruz
çoğu zaman, amel defterimizi karalarla dolduruyoruz. Ama Rabbimizin Rahman ve Rahim oluşunu düşününce de
biraz içimiz ferahlıyor. Lakin bazı medya vaizlerini dinlediğimizde ise içimiz
kararıyor.. Siz bu konuda ne dersiniz?
- Benim kadim Dostum Şerif! Bütün
Peygamberlerin iki vasfı vardır; onlar, MÜBEŞŞİR ve NEZİRdirler.. Yani bazı
kötülüklerden bizleri sakındırırlar ama bir yandan da bizlere ümit verirler,
müjdeler sunarlar.. Tıpkı bunun gibi Yüce Rabbimiz de Va’d edicidir, kullarına
cennet müjdeleri sunar, emir ve
yasaklarına uyanları mükâfatlandıracağını bildirir. Bununla birlikte Allah,
Vaid’dir yani kötülüklerden sakınmayı emreder, suçluları cezalandıracağını ve
cehennemi de hatırlatır..
Kur’an’ı Kerim’i okuduğumuzda Va’d
kavramının 100 den fazla yerde zikredildiğini, altı âyette ise azap ve ceza anlamına gelen vaîd kavramının
geçtiğini görürüz.
Velhasıl, güvenilir İslâm
bilginlerinin yorum ve düşüncelerini göz önüne aldığımızda şöyle bir sonuca
varabiliriz: “Yüce Rabbimiz, bizlere
VA’D ettiği yani müjde olarak sunduğu hiçbir şeyden vazgeçmez, geri dönmez. Ama
VAÎD’inden yani ceza olarak bize sunduklarından, bildirdiklerinden
vazgeçebilir. O, kendisine şirk koşulmasının dışında kalan bütün günahları
dilerse effeder”
Unutmayacağım Amma
- Üstadım! Şu son üç cümlenizi
unutmayacağım ama, bu bağlamda aklıma geliveren bir soruyu da sormak istiyorum
izninizle.. Bir makalede okuduğuma göre kelâm literatürüne girmiş olan bir
kavram varmış; “Vaîdiyye” kavramı. Bu ekolün mensupları,
çok katı görüşlere sahip imişler.. Tıpkı bu Vaidiyeciler gibi çağımızda da bazı
insanlar, bazılarının söz ve davranışlarına bakarak o kişiyi hemen TEKFİR
ediyorlar yanı dinden çıkmış olmakla, kâfirlikle suçluyorlar. Çağdaş ve
modernist geçinen bazılarımız da, bazılarımızı ham yobaz ve kaba softalıkla,
çağ dışı olmakla itham ediyorlar.. Bu konuda ne dersiniz?
- Şerifçiğim! Ne yazık ki, günümüz
sosyal hastalıklarından birisi de bu. Siz de çok iyi bilirsiniz ki, İslâm’da niyet çok önemlidir; Hz. Ömer’in, Hz.
Peygamber(s.a.s.)’den rivayet ettiği:
“Ameller, niyetlere göredir. Herkes yaptığı işin karşılığını niyetine göre alır,” hadisini
hatırlayalım bu vesileyle.
Bir insan, kendisinin Ate olduğunu,
Allah inancına sahip olmadığını açık seçik söylemedikçe, vahyi, Peygamberi
alenen inkâr etmedikçe asla tekfir edilemez, kafir olmakla suçlanamaz. Bu
konuda yine İslâm bilginlerinin çok net görüşleri vardır ki onu da şu iki cümle
ile özetleyebiliriz: “Bir kişinin kafir
olduğuna dair elinizde 99 tane delil olsa bile, Mü’min olduğuna işaret eden bir
kanıt varsa o kişinin MÜ’MİN olduğuna hükmediniz.. Kalblerde olanı ancak ve
ancak Allah bilir.. ”
Evet, çevremizdekileri, hele hele “Müslümanım elhamdülillah” diyenleri,
kolayca tekfir etmek bizlere yakışan bir davranış değildir. Bunun vebali de
vardır doğrusu. Ama gel gör ki, yaşadığımız şu dijital çağda sosyal veya görsel
medyaya baktığımızda Prof. Dr.
Kemal Sayar’ın ifadesiyle, toplumumuzun nefretle kundaklandığını görüyoruz. Bizler öncelikle bu nefret sarmalından çıkmalıyız.
Anlamını Bilmeden Kur’an Okumak Ve
İbadet
- Eyvallah Üstadım.. Son bir soru..
Gerek özel sohbetlerimizde, gerek sosyal medyada dillendirdiğimiz bir konu var.
O da, anlamını bilmeden Kur’an okumanın ve ibadet etmenin hiçbir değeri olmaz
şeklindeki iddialarımız. Bu konuda ne dersiniz?
- Kıymetli Dostum! Benim nenem 99
yaşında rahmetli oldu. Elini öpmek için ziyaretine gittiğimde onu, her daim pencere
camının önünde ya Kur’an okurken, ya da Osmanlıca yazılmış bir siyer kitabını
okurken görürdüm. Siyer kitabını anlardı; çünkü o eski harflerle yazılmıştı ama,
Türkçe idi. Lakin Kur’an okurken yüzündeki mutluluk ifadesi açık seçik okunurdu
nenemin, halbuki Arapça bilmezdi o.. Askerdeki oğlundan gelen mektubu koynunda
saklayan ve evlat hasretiyle yanıp tutuşan bir annenin mutluluğu nasılsa, nenem
de öyle mutlu olurdu anlamadığı Kur’an’ı okurken.. O, o Kitab’ı TEBERRÜKEN
okurdu, yani C. Hak’ka yakınlaşmak, O’nunla beraber olmak, O’na ibadet etmiş
olmak için tilavet ederdi. Okumayı bitirince de onu göğsüne koyup el işlemeli
kılıfına kibarca yerleştirir ve saygıyla duvara asardı.. Şimdi sorarım size:
Neneme bu mutluluğu veren davranışı ve bu duyguyu çöpe mi atacağız..
- Sonra, bu iddiada bulunanlara şu
soruyu da sormak gerekir diye düşünürüm: “Geçmişte ve günümüzde,
ibadethanelerinde ibadet eden çeşitli din mensuplarının yüzde kaçı,
ağızlarından dökülen ibadet ve dua sözcüklerinin anlamını biliyordur? Evet, bu
sorunun cevabını verebilirler mi bize?
- Diyeceksiniz ki bana: “Okuyup
anlamayalım mı? Anlamayı teşvik etmeyelim mi?” Ben de diyeceğim ki:
“Edelim, edelim.. Hatta Merhum Âkif’in
şu dizelerini de sıkça hatırlatalım insanımıza:
“Ya açar bakarız Nazm-ı Celil’in
yaprağına,
Ya üfler geçeriz bir ölünün toprağına
İnmemiştir hele Kur’ân, bunu hakkıyla
bilin;
Ne mezarlıkta okunmak, ne de fal bakmak
için.”
Ve Muhammed Suresindeki şu ayet mealini de
zihinlerine nakşedelim insanımızın:
“Ne diye
Kur'an'ı, bir iyice düşünüp taşınmazlar, yoksa gönüllerinde kilitler mi var?”
Değerli okuyucu, bizim sohbetimiz bu
minval üzere devam etti ve Bir Bilen Dostumun, kimsenin kimseyi tekfir
etmediği, sevgi, saygı ve barışın yaygınlaştığı bir ülkede yaşayabilmemiz dilekleri
ve şu ayet mealini okuyarak dua etmesi ile son buldu.
“Rabbimiz!
Bizi doğru yola eriştirdikten sonra kalplerimizi hak ve hakikatten saptırma. Bize
rahmet ve merhametini lûtfet. Hiç kuşku yok ki, lütfu bol olan yalnız sensin.”
( Âl-i İmrân Suresi,
3/8)
Selam
ve dua ile...